19 Haziran 2010

Bak Kişi, ben meşgul bir adamım... yalan.

Artık tanıdın. Mazeretim olduğu sürece gönlümden gelmeyen şeyleri yapmamaya meğilliyim. Ve inan bana elimde bana en az iki sene yetecek kadar mazeret var.
Bir böcek. Siyah, küçük, uçabilen, iyi aileden gelmişe benzeyen ancak biraz kararsız. İzleyip duruyorum. Kimse fark etmiyor. Bu arkadaş ara sıra kendisinin orada olduğundan habersiz ablamın oturduğu kanepede dolaşıyor. Bazen ışığın orada dolanıyor ama sonra sanki yapmaması gereken bir şey yapmış gibi hemen karanlık bir yere kaçıyor. Bana yaklaşması yasak ama, çok yaklaşırsa parmağımla çakıveriyorum bir tane. Fakat merak etme, Kişi; elim hafiftir. Zaten her seferinde geri dönüyor. Diyeceksin, aynı böcek olduğu ne malum? Vala artık tanıdım kendisini elli metre öteden görsem anteninden tanırım.
---------------------------------------------------------------------------

Eski bir kitap serisini tekrar okumaya başladım. Okuyalı bayağı zaman geçti. Ama ne diyeyim ya, eski kitabın kapağını açıp da sayfalarını şöyle bir pırpırladım mı (o eyleme özel bir kelime var mı?) bir güzel koktu, anlatamam. İyi gidiyor şimdilik, sıkılmadım.

----------------------------------------------------------------------------
Arada kendimi oda eşyalarının, asma tavandaki hoparlörün içindeki gümüşi yansıtıcı bir yüzeyle kaplanmış bombeli parçasından sırıtan bir surat oluşturarak yansımalarına bakarak bu özverili güleryüzlülüğe karşılık niteliğinde aynen sırıtırken buluyorum. Hmm, uzun ve tuhaf bir cümle oldu. Kısaca tavandaki bir hoparlörün içinde gördüğüm bir sırıtan surata sırıtıyorum. Hayır deli değilim. Deli olan kedi: http://mycatisretarded.com/post/195323182

------------------------------------------------------------------------------
Hmm, odaların birinden kusma sesleri gelirken ben yine tavana bakıyorum ve düşündüm. Baş sağlığı dilemek. Kültürümüzde bir adet ve ağız alışkanlığıdır. Ölen kişinin yakınlarına gidilir sırayla mahalde bulunan herkese aynısı söylenir. Kişinin şansı varsa soyun büyük kısmını tek odada yakalar ve söz konusu kelimeleri ortaya telafuz ederek oturanların arasına katılır. Baş sağlığı dilemenin kendisi veya samimiyetini alaya aldığımı sanma, Kişi, (buradan çatan kaşlarını görebiliyorum) şimdi sadede geleceğim.

Ben kelimelerin kendilerine taktım. 'Başın sağ olsun' demek ne demek? 'Ölen kişiyi boşver sıkma canını, sen sağsın ve sağ kalasın e mi?' anlamına geliyor gibi. Öncelikli olan birisinin ölmesi değil, geri kalanların sağ kalmasıdır der gibi. Zaten arada yine kalabalık ortamlarda bazıları "Hepimizin başı sağ olsun." der akraba olmamasına rağmen. Cümleyi kelimesi kelimesine kastettiğini bilsem derim "Vay çakala bak kendini de sağlama alıyor."

Söylemin kökeni nereye kadar gidiyor merak ediyorum doğrusu. Tuhaf. Tabi, işin aslı farklı. Değiş zamanla ek anlamlar kazanıyor, artık baş sağlığı dilediğimizde ne kadar üzgün olduğumuzu, karşıdakinin acısının bir kısmını paylaştığımızı da kastediyoruz. Fakat üstünde bu kadar düşündükten sonra acaba bir dağa baş sağlığı dilemeyip direk ne kadar üzgün olduğumu mu söylesem diye kararsız kaldım; ancak bu sefer karşıdaki "Lavuğa bak baş sağlığı bile dilemedi, belli bunun sadece helvadan yemeğe geldiği." diye düşünebilir.

-----------------------------------------------------------------------

Neyse ya, saat geceyarısını iki geçiyor. Bu yazıya bir son vereyim artık, Kişi. Hem sen de yat... Yok, yatma, yarın Pazar. Kim Cumartesi erken yatar ki?

Ben seni gözkapaklarımın ardındaki gülüşünle sevdim. Vuy vuy vuy, ilaç fazla geldi.

HADEN!

Art by battybuddy and gatesart, respectively.

03 Nisan 2010

Aaa? Hâlâ burda mısın, Kişi?

Ne sen sor ne ben anlatayım. Yazar tıkanması değil elbet bu ama insandaki moral belli bir seviyenin altına düştü mü benim gibi hiçbir şey yapmak istemeyerek haftalarca duvarlara bakarak geçebilir zaman. Sanırım sorun uzun süre aynı mekanda kalmakta. Arada bir hava değişimi çok önemliymiş (bu, hastane olsa da).

Seni kırdıysam üzgünüm be Kişi; ama kabul et sen de hiç aramadın beni.

-------------------------------------------------------------------------------------


Sabahın bu erken saati, gece tatlı bir serin, sokaklar bomboş, evler karanlık, sokak lambaları sadece bizim görmediğimiz ya da görmeyi bir türlü akıl edemediğimiz şeyleri aydınlatıyor.

Bu saat, uykusuzluğun ödülü gibi.

Tüm o evlerde uyuyan insanların nefes seslerini işitebilsem belki durduğum yerde ben de uyumaya başlardım. Ancak duyulmuyor sesleri. Sadece hayal edebilirim. Ürkekliğim beni huzurlu ve ritmik bir nefes sesinin 'her şey yolunda, güvendesin' demesine muhtaç kıldı sanırım.

Horlamalar bana hastalıklı bir yeşili andırır.

----------------------------------------------------------------------------------

Bu kadar. Haden.

Art by vxside

02 Mart 2010

Neden on iki gündür içimden yazmak gelmiyor, Kişi?

Cidden. Şimdi bile zoraki diyebilirim. Eğer ki şu uykusuzluk beni pençesine almış olmasaydı, saat sabah beşi yedi geçe bunları yazıyor olmazdım. Ayrıca afedersin ama popom çok fena ağrıyor, biraz da o uyutmadı diyebilirim.

Aslında ara ara aklıma yazacak bir şeyler gelmedi değil. Bu fikirler geldiğinde o an uygun olmayıp günün akşamına yazmak için kesin hatırlayacağıma güvenerek geçiştiriveriyorum. Günün akşamıysa fikrin kendisi değil, bir fikrimin olduğunu hatırlıyorum.

Sıkıcı günler bunlar. Hele son bir haftadır kedilerden Fıstık eve uğramıyor, Bişey ise veterinerde kalıyor diye ev pek bir hareketsiz ve sessiz geliyor.

İnsan kendisini tek bir uğraşa çok kaptırmamalı, çeşitli kalabilmeyi bilmeli. Misal geçen dört gün boyunca evde olduğum her saat bilgisayarda Mass Effect II oynadım. Beynim uzay maceralarıyla doldu ve IQ'mun beş puan düştü. Gerçi kazanmam lazım. Nedir tavsiyen, Kişi?

Askere gidenler döndüklerinde yine aynı kişi olacaklar mı acaba? Bu milli zaruret erkeklere ne yapıyor? Birisi bunun erkekleri terbiye edip yetişkinleştirdiğini söylemişti. Terbiye, yetişkinlik... Hmm... Neyse ki bu ömrümün altı ayını benden alma zaruretinden muafım. Devamlı çocuk kalmaya içelim!

Gerçi, ne kadar bana ters de gelse askerliği bu hastalık ve sakatlıklara tercih ederdim sanırım.

Bak, yine karamsar şeyler yazmaya başladım. Dur bekle, bundan sonrakinde daha hoş şeyler yazacağım.

HADEN!

21 Şubat 2010

Benden yana geçer mi ki zaman, Kişi?

Geçmek bilmedi bir türlü.

Sıkıcı bir gün, eğlenceli bir gece, yorgun ve hüzünlü bir geceyarısıydı evvelsi Cumartesi.

Herkes elbet kendisinin ölümünü hayal etmiştir. Ölünce ne olacağını, insanların nasıl tepki vereceğini falan merak etmişlerdir. Sen de etmişsindir. Hepimiz öleceğiz! Nasıl ölmek isterdin?

Damla ile konuşurken hatırladım, Kişi. Ben çocukken çamurla oynamaya bayılırdım.

Bir çukur kazar, içini su doldurur, karıştırır karıştırırdım. Otlar, yapraklar, çiçekler... Çorba yapardım. Bir keresinde tadına bakmıştım... Tahmin edersin tabi, pek hoş değildi. Eh, en azından bir geophagus, yani toprak yiyici olmadığım belli oldu.

Bundan bahsetmiş miydim hiç?

Sanki daha fazla konuşmaya çalışsam, çok karamsar konulara girecekmişim gibi hissediyorum. Bugün aslında o kadar da iyi bir gün değildi, sağlığıma dair kötü haberler aldım. Ancak artık eskisi kadar etkilemiyor sanırım. Ya da benimkisi daha olayı tam olarak anlamamış olmanın verdiği bir sakinlik.

Neysem, bu girdiyi birkaç gündür yazacağım deyip yazamadığım için koydum buraya. Yoksa söz bir dahakine daha derli toplu bir şeyler yazacağım.

HADEN!

17 Şubat 2010


Hayatta hiçbir zaman bir giriş cümlesi bulamadım malesef, Kİşi.

Peki ya bundan önceki 220 küsur yazıya nasıl başladın diye sorarsan, acemi şansı derim.

ÇÜnkü ne yaparsam yapayım, olmuş olanı değiştiremem. Fakat bir daha varoluşu yaratmam istenirse, ben dersimi aldım. Aynı hataya düşmeyeceğim. Dİğer başlangıç cümlelerinin hatalarına düşmemek için elimden geleni yapacağım. Ve belki bu seferki daha güzel bir yaratım olur.

Belki bu sefer seni kendi yanımda bulur, hiç yazmaya başlamam ha? Varolmayışsızlıkta var olan bir hayal. Demek ki hayaller önemliymiş.

Aklıma Küp Şeker isimli hikayem geldi. Evren kendine "reset" atıyordu.

Ancak bu seferki başlangıç, diğerlerinden daha bir tatlıydı.

--------------------------------------------------------------------------

Birileri benim yazılarımı çevirilemez bulsa sanırım gurur duyardım.

Birileri elime kağıt kalem versin.

Birileri ilhamın bir yaratık olduğunu, onu üzer küstürürseniz ve onunla ilgilenmezseni sizi terk edeceğini söylemişti.

Birileri hep trenlerden bahseder, tren yolculuklarından. Bense sadece tek bir sefer binmişimdir trene. Rahmetli dedem iledir ve onunla birlikte yaptığımız nadir şeylerden biriydi. ANcak hatırlıyorum, Alsancak'a o çok sevdiğim Amerikan Pasajı'ndaki kaçak bilgisayar oyunları satan yere gitmek istemiştim. Dedemi ta garın oradan Kıbrıs Şehitleri'ne kadar yürütmüş, sonunda da bir şey beğenmemiştim. Ne lanet bir çocukmuşum. Adamın ayağı yaralıydı bir de. Dönüşümüzü hatırlamıyorum. Sağol be dede, sayende trene bindim.

Bu kadar sanırım. Başka bir şey yazmayıp zıbaracağım.

HADEN!

Art by troyek @ Deviant ARt

13 Şubat 2010

Saat 4 müydü neydi bari bloga yazayım dediğimde, Kişi.

Şİmdi saat 6:30. Bu süre zarfında 4-5 defa uyuma girişiminde bulunup bel ağrısından ve inatla sanrılarından uzaklaşmayı reddeden aklım sebebiyle hüsrana uğradım.

Sanrılardan bahsedersem. Nedense kendimi inatla uzayda sürüklenen ve kolonisi tarafından geride bırakılmış tek kişilik küçük bir keşif gemisi olarak görüyor, yastığıma iyice sarılıyor ve kısılı kaldığım gezegen yörüngesinden çıkamadığım için bir kısır döngü misali sürekli bu durumdan kurtulmak için ne yapmam gerektiğini düşünüp duruyordum. Şu çözemediğim denklemler gibi bir durum. Uyanıyorum, etrafıma bakınıyorum, ağrıyan belimden dolayı üç beş dönüyorum (ki işkence gibi ve sadece bel ağrımı şiddetlendirmeye yarıyor) ve yakaladığım küçücük gaflet fırsatlarında uykuya dalmak yerine yine bu salak rüyamsı ile uğraşıyordum.

Neyse, zaten sabah oluyor.

Şu güçsüzleşmeden sonra fark ettim ki meğersem yorgan kontrolü güçlü bacak darbeleriyle gerçekleşen bir olaymış. Doğrusu yorganım beni eziyor artık. Öte yandan üstümü açarsam bu sefer Günfer Hanım ezer. NE büyük bir ikilem!

Yine misler gibi yağmur yağıyor. Yağmurdan istifade, uyumayı deneyeyim yine.

HAdi bakalım.

10 Şubat 2010

Gerçekten iyi hikayelerin bir başı yoktur. Ne dersin Kişi?

Ağrı kesicinin olduğu yerde umut da vardır.

Ne büyük hayal kırıklığıdır seven için, sevdiğinin en güzel günlerini onsuz yaşaması.

Kendine teslim ol, seni götüren nehirine.
Kurtarılmaya ihtiyacın yok. Bırak sona kadar boğul. Bu hikayenin kahramanının akıllı olması şart değildir. Aklın sende değil: Daraldın. Delirdin.

Ne diyor bu herif? Kestiremiyorsun değil mi? Yarın saçını kestirelim dedi Günfer Hanım. Nasıl?... Sanmıyorum.

Düz duvara dokunmak gelir mi arada içinizden? Soğuğunu hissetmek. Onun size destek olmak istediğini düşünmek. Ama ister mi?


Karar vermek için akıl mı yürek mi? İkisinin rollerini değiştirirsem ne olur? Akılla sevmek ve kalple düşünmek. O zaman sevginin haslığından emin olamam. Verdiğim kararlarınsa doğrulğundan. Yüreğinin götürdüğü yere git deniliyor, yüreğin nasıl hissederse öyle yap. Sanmıyorum. Yürek bencildir.

Ancak, tabi ki hayat siyah beyaz değil. Karar verirken hem aklımızı hem de yüreğimizi kullanırız. Yüreğimizin hissini aklımızda değerlendiririz. Ancak kişinin bilinci zayıfsa o zaman sanırım yürek ağır basmış olur. İyi mi bu?

Neyse, ben gittim işte. Bugün bol safsata sundum size. Yazarken yazı tonum bile değişik sanki. Görüşürüz.

HAADEN!

HADEN!

Art by laura242 @DeviantArt

07 Şubat 2010

Kumral nasıl bir renk, Kişi? Sen kumral mısın misal?

Saç renklerinde sıkıntım var. Sarışın kolay, renginden belli. Ama kumral? Bir kere kumru ile bir ilgisi olduğunu hiç sanmıyorum. Olsa dahi kumru kuşunun rengini de bilmiyorum.

Hmm, google'dan görsel arattım ve buldum. Bildiğin kahve renginin farklı tonlarıymış.

Bir gizem daha çözülmüş oldu böylece.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------

Bugün, sevgili Kişi, zar zor evden çıktığım gündür. İki haftadır evdeydim. Bacaklarım güçsüz ve sızlaktı, belimse yine ağrıdan kırılıyordu. Ancak haydi denildi ve sürüne sürüne evden çıkıldı. Tabii Ilgın'a dün geceki ziyaretlerinde unuttukları flash belleği verme gayesinin de yardımı olmadı değil.

Hayat, bel hizasından pek farklıydı. Tekerlekli sandalye ile oradan oraya süzülürken insanlar önümden çekildi. Çarptıklarım benden özür diledi. Kapılar bana açıldı. Alakasız insanlar alakasız yerlerde yardım teklif ettiler. Öte yandan bazı yerler benim geçmem için çok dardı. Dar koridorlarda insanlar arkamda sıra oluyorlar, bense utanarak acele ediyordum. Kırılacak bir şeyler olduğu kısımlarda satış elemanları geriliyordu. Çoğu yerde tabi ki vitrinlerin ya da kitaplıkların üst kısımlarına ulaşamıyordum. Ayrıca o tür kalabalık yerlerde tekerlekli sandalyeyi nereye koyacağımı (park edeceğimi diyelim) bilemiyordum.

Sorarsan sevdin mi diye? Hayır, sevmedim. Kim sever ki? Ama tekerlekli sandalye ile basket oynayanları düşünüp takdir ettim. Ve yine de kabul etmek lazım, ancak küçük adımlarla sancı içinde bacakları titreye titreye ancak birisinin yardımıyla yürüyebilen birisi için büyük kolaylık. Yürüme hızından hızlı gidiyorum bir kere.

Bir zamanlar değneklere de yapmayı düşündüğüm gibi, tekerlekli sandalyeye de roket taktırabilirim. O zaman gör beni.

Neysem, kapatalım.

----------------------------------------------------------------------------------------

Bugün de şiir çevirisi aksadı. Heh. Bak söz veriyorum, yarın kesin ilgileneceğim.

Gİttim ben.

HADEN!

05 Şubat 2010

"Writing is easy. You only need to stare at a blank piece of paper until your forehead bleeds."

Demiş Douglas Efendi. Çevirisi şudur: "Yazmak kolay iş. Tek yapmanız gereken boş bir kağıda alnınız kanayana kadar bakmaktır."

Yazmak bela iş gerçekten. Ben de misal şu blogun beyaz yazı kutusuna uzun uzun baktım. Bu sayfayı açalı yaklaşık iki saat oluyor. Ancak iki saatten sonra yazmaya başlayabildim. Neyse ki alnımın kanayacağı noktaya gelmeden yırttım.

Ancak esprili yazarımızın bu sözü söylemesinin arkasında, herkesin yazabileceğini iddia edenlere yapılan bir gönderme olduğunu sanıyorum. Tabi canım, çok kolay iş.

-----------------------------------------------------------------------------------

Merhaba, Kişi!

Uzun bir gündü aslında. Geçmek bilmedi gibi. Hele gece... Ancak şimdi saat 01:28 ve ben çoğu zaman olduğu gibi yazma eylemimi uykum geldiği zamana erteleyerek yazmayı uykuya tercih ediyorum. Ters adamım.

Doğacan demiş bize Facobook'da, Şiir Değirmeni'ne yazı koyun lan! diye. Haklı kızcağız. Bir şiir çevirmek benim için de iyi olur. Keşke çevirmek için ayırdığım yabancı şiirler, ölen dizüstümle birlikte kaybolan veriler cennetine gitmeseydi. Bulurum ben ama yine çevirecek bir şeyler.

Bişey Efendi bu sefer küçük sehpanın altında uyumaya karar verdi. Hiç sağlıklı değil. Ne zaman sehpaya bir şey koysak hayvan korkup uyanıyor. Böylesi tırsak bir hayvan...

Şİmdi yarın güzel bir gün olacağa benziyor. Dİlerim ben de iyi olurum. Olurum di mi lan? Olurum olurum.

Her bireyi şarkı söyleyen bir aileyiz. Evde şarkı söylenmedik gün yok. Ne güzel değil mi? Günfer Hanım zaten zamanının Türk Sanat Musikisi korosunun solo söyleyen billur sesli genç kızıymış. Fikret Bey'in ise piyasaya çıkmamış bir türkü kaseti bile var. Kaset bizde de yok, sormayın.

Ben de güzel şarkı söylerim. Eheh.

-----------------------------------------------------------------------------------------

Daha önce hiç görmediğin o tahta kapıya dokun. Yüzeyini hisset. Sonra konuş, "Lütfen," de. "Lütfen açılır mısın?"

Kapının ardındaki ise bunu duyar ama farkına varmaz. Varsa alınır belki, muhattab alınmadığı için. Ya da güler geçer dışarıdakinin kapıdan beklentisine. Bir kapı hiç kendi kendine açılır mı? Dışarıdakinin beklediği budur. Bu, üzücü bir durumdur.

Kendisini yaşlı sanan balıkların kısacık hafızalarını yaşları hakkındaki endişelerle doldurmaları, sonra unutmaları, sonra yine doldurmaları, unut, doldur, unut, doldur. Balıklar ölür sonunda. Bu, kaybolan akla dair hüzünlü bir durumdur.

Bir tavuğun uçma hayali ile yüksek tepeden atlaması ve gerçeğin taş ve topraktan sertliğinde kafasını dağıtması. Küçük beyni, yaratıcı olmadığı için parçalara ayrıldı. Tavuk, yaratıcı olmadığı için uçamamıştır. Yazık olmuş deriz. Bu, üzücü ama gerçek ve yaygın bir durumdur.

--------------------------------------------------------------------------------------

Argh... Çok uykum geldi. Devam ettiremeyeceğim. Böylelikle bir yazı daha yarım bırakılanlar kervanına katılmış oldu.

Bu makindeki mavidiş (Bluetooth) özelliğini açmasını beceremediğimden bu seferlik fotoğrafı Günlük Esintiler'den araklıyorum. Kıl oldum zaten.

Yatıyorum ben.

HADEN!

03 Şubat 2010

Ancak dengesiz hayvan bugün kanepenin tepesinden düştü, Kişi.

Bişey'i kastediyorum, tahmin edersin ki.

Ne yaparsam yapayım, olmuş olanları değiştiremem. Bu pes etmekse pes etmek de. Kabulleniş getiriyor huzuru. Unutmaktır yine beni kurtaran. Eski taktik.

TersTepki'de de sormuştum. Yetiştirilişin boyunca sana öğretilen inançlar, senin değiştiremediğin içine işlemiş dinin değil midir? Sonradan din değiştirmek ne kadar samimidir? İnançtan vazgeçilebilir mi?


Bence vazgeçilemez. Ancak inancı başka kaynaklara yönlendirebilirsin. Ya da hiç umursamazsın, unutursun inandığını. Fakat unuttuğunda belki çıkıverir en zayıf anında bir yerlerinden ve sen kendinle çelişmiş olursun. Bu, samimiyetsizliktir.

------------------------------------------------------------------------

Bugün fena değildi be. Çok fazla ağrı çekmedim. Ayrıca gün boyu ara ara kız kişi ile muhabbet ettim. Kitabımı okudum. İnternette eğlendim...

Hmm, aslında sıradan bir günmüş. Hay allah...

------------------------------------------------------------------------

Yine Özdemir Asaf'tan.

BİLSEYDİ EĞER

Bir şiir bir geceye değer,
Bir şiir bir uykuya değer,
Bir şiir bir uyanmaya değer,
Bir şiir bir sigaraya değer,
Bir şiir bir rakıya değer,
Bir şiir bir şarkıya değer,
Bir şiir bir türküye değer,
Bir şiir bir ağrıya değer,
Diye-diye..
Meğer.

-Özdemir Asaf

------------------------------------------------------------------------

HADEN!

Art by Bela01 @DeviantArt

02 Şubat 2010

Küçücük klavyede yazmak güç be, Kişi.

Diyeceksin neden küçük klavye? Çünkü Netbook kullanıyorum. Devam eden merakını gidermek için soracaksın, dizüstüne ne oldu diye. Ekranına çay döktüm diyeceğim. Lipton Yellow Label. İyi demlenmiş. İyi halt ettin diyeceksin, boynumu büküp öylece duracağım. Olabilir böyle kazalar, büyütmemek gerek.

Az evvel ağrı kesicimi aldım. Etkisini bekliyorum. Belim öyle ağrıyor ki, dövüş filmlerinde baş kahramanın, hasmının başını bir kıvırışta boynunu kırması gibi bir anda belimi kıvırıp kırmak istiyorum. Daha önce bahsetmiş olabilirim; bu bel ağrımın, hatun kısmısının adet dönemlerinde çektikleri bel ağrısına benzeyip benzemediğini merak ettim. Bakın, hanımlar, ben sizi anlamaya çalışıyorum.

Bak, Kişi, bel ağrıma rağmen oturup sana yazıyorum.

Semiramis Hocam bana onun dersinde yaptığım çevirileri dergilere göndermemi öğütledi. Bir ara şiirlerimi dergilere göndermiştim ama karşılık alamamıştım. Umutsuz bir vaka olabilirim. Zaten kıçımı kaldırıp yaptıklarımı bir yerlere göndermekte zorlanıyorum, üstüne kabul edilmeyince bayağı cesaret kırıcı oluyor.

Kedilerde son durum. Bugün anne kişi evin bir yerlerinden kedi tarağını buldu, başucuma koydu. Bense ilk fırsatta Bişey Efendi'yi yakalattırıp huzuruma getirttim. Benim müdahalemden hoşnut olmadığı ferinde cinayet niyeti taşıyan gözlerinden belliydi doğrusu. Ancak kedi bu, tarağı hissedince bir anda duruluverdi. Kısa sürdü ama Bişey Efendi bile boyun eğdi. Sonra kendine geldi ki kaçıverdi.

Ancak tahmin ederisiniz ki sıra Fıstık Hanım'a geldiğinde olaylar tam tersi şekilde ceryan etti. Bu hayvanı taramak için benim tarağı kıpırdatmama gerek bile olmadı çünkü hanfendi hiper bir yılışıklıkla tarağa kendisi zaten sürtünüyordu. O kadar istekliydi ki bende onu tarama isteği kalmadı. Bu nedenle Fıstık'ın taranma süresi neredeyse Bişey'inki kadar oldu.

Kediler de olmasa b bloga ne yazacağım, değil mi?

Aşık bir hayalet odaya girip aşığına bakarak kendisiyle oynasa... Rahatsız edici bir hikaye olurdu.

Şu Geralgine-K... Taptığım ağrı kesici. Başka hiçbir ağrı kesici böyle etkilemiyor beni rahatlatamıyor. İLacın ana maddesinin kaynağı her neyse öpmek istiyorum.

Ha... Madem evden çıkamıyorum, bari eve getireyim mantığıyla bazı konularda özel ders almaya karar verdim. Mal gibi oturmaktan iyidir. Fransızca iyi bir başlangıç gibi görünüyor. Hatılarsan iyice kötüleşmemin evvelinde Fransız Kültür Merkezi'nde kursa başlamıştım. Beni tek düşündüren, belirsiz sağlık geleceğim sebebi ile yine tam başlayamadan sekteye uğramasıdır bir şeylerin. Ancak bu sadece bir olasılık. Buna dayanarak beklemek, tarafımca acınası bir durum olarak algılanacaktır.

Sanırım uyumaya çalışma vakti gelmiştir.

HADEN!

29 Ocak 2010

Göze hoş gelenlerle dolu bakmayı bilmediğin yerler, Kişi.

Artık beni pek çağırmaz oldun, neden öyle? Diyecek pek bir şeyim olmadığını bildiğinden belki de. Ara ara kendimi zorluyorum eh Mete bari kelimeler üstündeki gücünü yitirme diye, söylecek bir şeyler bul her zaman. Diline felç inmedi ya? Parmakların da en az eskisi kadar güçlü; hatta yumruklarını sıkmaktan ötürü eskisinden de kuvvetli.

------------------------------------------------

İçinde kedi nanesi olan küçük bir oyuncak almış anne kişi, kedi için. Fıstık Hanım'ın bir nebze olsun ilgisini çekmedi oyuncak; hanfendi sanırım hayatı boyunca keyif verici maddelerden payını yeterince aldı, artık oralı bile değil.


Öte yandan Bişey Efendi delirdi. Hayvan oyuncağı patileye patileye, düşe kalka, yuvarlana yuvarlana tüm evi dolaştı. Bir ara baktım öylesine delirmişti ki oyuncağa dokunmayı bırakıp sadece oyuncağa bakarak halının kenarını kemiriyordu. En sonunda bitkin düşmüş olacak, oyuncağa baka baka yığılıverdi olduğu yere. Bunları yaparken bir yığın tüy döktü... Bu hayvanı tarasak her gün, herhalde bir iki ayda bir koca bir yastık içini dolduracak kadar tüy elde etmiş oluruz. Heh... kedi tüyü yastık.

------------------------------------------------

Bana hayatımın nasıl gittiğini soran bihaber eski tanıdıklara ne diyeceğimi bilemiyorum doğrusu. İyiyim deyip geçmek gerek sanırım. Ancak yine de her seferinde kendimi işin aslını astarını söylerken buluyorum. Burada psikolojik bir saptamada bulunurdum ama sanırım kendimi fazla ifşa etmek olur bu.

Artık yeni bir arabam var! Tek koltuklu, insan gücüyle yürüyor. Heh heh heh...

------------------------------------------------

"Siyasete ilgi duymayan aydınları bekleyen korkunç sonuç, cahiller tarafından yönetilmektir."
demiş ARİSTO. Haklı aslında. Göt herif... Bir önceki yazımı hatırlarsın, tepkili olan. Eh, bu sözü bana uygulayınız.

-------------------------------------------------

KALDIM
Seni düşlerime aldım,
uykusuz kaldım.
Seni uykularıma aldım,
düşsüz kaldım.
Başıma aldım, sensiz;
gönlüme aldım, başsız,
sensiz, yollarda pulsuz,
pullarda mektupsuz kaldım.
Sana adlar aradım,
ardında adsız kaldım...
-ÖZDEMİR ASAF

--------------------------------------------------------

Ne beklersin ki benden başka? Öfkeme layık insanlar arıyorum.

HADEN!

26 Ocak 2010

Bu sabah bir tesadüf önümde duran gazeteye bir göz attım. Hemen birinci sayfada "CHP hükümeti bir sivil diktatörlüktü." manşetli bir kısım dikkatimi çekti. AKP'nin iddiası. Düşündüm sonra, yahu 8 sene önceki hükümete bok atıyorlar. Hâlâ o kadar ilgilenilmesi gereken konu varken muhalefetle karşılıklı çocuk kavgaları ediyorlar.

Öyle bir şey işte. Ondan başka 43 gündür tekel işçilerinin grev yaptığını öğrendim. Başka da bir şey kalmamış aklımda. Ben zaten ülke içi olaylara karşı ilgisiz birisiydim, bir de şu amelyatlar sonrası iyice kendime dönünce kapı dışındaki her şeyden bihaber hale geldim. Pişman mıyım? Eh, belki biraz başka şeylerle ilgilenmekte fayda olabilir... Gerçi yine de siyaseti takip etmem. Siyasetten hiç hazzetmiyorum.

-----------------------------

Heh, üç gündür dondurma yiyorum akşamları. Pek keyifli... Karadut ve ceviz favorimdir.

Terstepkiye birkaç soru atıp cevap yazdım. Uzun süredir bakmadığımı fark ettim. Bilmiyorum, orasının bir şekilde merakımı cezbetmesi gerek. Belki birkaç iyi soru? Ama bu benim elimde olan bir şey değil sonuçta.

Ne hoş olurdu biliyor musun? Dans etmek. Öte yandan unutmuş olmam çok muhtemeldir.

Bu arada belirmem gerek, bundan böyle hikaye kitaplarına başlamadan evvel bir daha düşüneceğim. Bir hikayeyi bitirdikten sonra ötekine başlayana kadar günler, belki bir iki hafta geçiriyorum. Bir kere rafa koyduğumda da bir daha ellemeyeceğimi bildiğimden başladığım kitabı bitirmeden rafa kaldırmak istemiyorum. Öyle öyle aynı kitapla aylar geçiriyorum bazen. Çok yazık.

El masajı kadar harika pek az şey var... Ellerimin efendisi olan benim de efendimdir! (Büyük konuştum, biliyorum.)

Eheh, şu fotoya bakınız. Aslında bunu Ilgın'a göstermek için saklıyordum. Sonra dedim neden blogda paylaşmıyorsun. Stumble Upon ile rastgele dolaşırken rast geldim. Harika bir benzerlik değil mi? Bir de afişteki dedeye benzer birini bulabilselermiş tam olurmuş.

Bu arada Up filmi izlenesiydi. İzlemeyenlere tavsiye ederim. Özellikle filmin başlangıcı harika.

----------------------------

Birkaç tahtamı daha yitirmek üzereyim sanırım...

Hmm, klavyedeki shift tuşuna (şu en soldaki, üstünde yukarı ok resmi olan tuş) ard arda hızlı hızlı bastığında windows sana yapışkan tuşları aktifleştirmek isteyip istemediğini soruyor. Bunu soran Windows 7 ve hatırladığım kadarıyla bu benim kullandığım her Windows'da vardı. Şimdi soruyorum. BU ÖZELLİĞİ KULLANAN VAR MI?! Çok mu popüler bu özellik ki bunca senedir varlığını sürdürüp benim seğirip duran sol serçe parmağım tarafından harekete geçirilip duruyor? Bıktım aynı soruya hayır cevabı vermekten.

Ayrıca Microsoft Office programlarına kılım, hazır başlamışken belirteyim dedim.

------------------------------------------------

Yeter bu kadar.

HADEN.

19 Ocak 2010


Bir şeyleri değiştirmek adına fark edilmeyi beklemek var ki.

Dört mevsim tek ağacın dalında ötüp duran kuş. Kış vakti ölüp ölüp ilkbaharın ilk ışıklarında diriliyor kuş.

Kemikten kanatlar uçmaya uygun değil. Ağaçta yetişen meyve midesini bozuyor.

Photo by pauroo @ DeviantArt

18 Ocak 2010

Şu günlerle ne yapacağımı bilemedim, Kişi.

Bir kere gelip de gitmek bilmeyen misafirler gibi... şey, gelip de gitmek bilmiyorlar.

Saat öğlen 12'yi zar zor bulmasın diye geç kalkmaya çalışıyorum. Sonra saati akşam 6 etmek için bir nevi çırpınıyorum. Akşamın geri kalanı ise saat 12 olsun diye ağrılar içinde delirerek geçiyor.

Zaman, üstümdeki kozunu anladı; geçmeyerek benimle oyun oynuyor.

Hele ki dikkatimi benden ve geçen saatten alan şeylerden bir teki bile eksik olmaya görsün! Misal, Ilgın! Bazen hanfendiye bağımlı olduğumu düşünüyorum. Adil değil böylesi bir bağımlılık. Kimseye olan bağımlılığım kimse için adil değil.

Neyse, konuyu değiştirelim.

------------------------------------------------------------------------------------------

"Bir kişiyle bile konuşulamaz şeylerle
Doluyken bardak
Saplandığın derinden çıkma söz!
(Çıksan ne olacak?)"

-Behçet Necatigil

------------------------------------------------------------------------------------------

Neysem, bir şey gelmedi aklıma.

HADEN

09 Ocak 2010

Kapalı televizyon hiç açılmadı ki
Ben seyrediyorum;
Siyah aynadaki belli belirsiz
Tanıdık insan bakışlarını.

İçimde yazılası bir şey var. Ama bilmiyorum nedir o. Parmaklarımı salsam gitseler, çıkartabilir miyim dersin, Kişi?

---------------------------------------------------------------------------------------------

Bir de gocunma hissi. Ondan eminim. Neye gocunma dersen, şudur diye parmağımla gösteremem ki. Hem parmakla göstermek hoş değildir. Hoşuma da gitmez hani. Kendi bulsun karşıdaki isterim, ipuçlarımı takip etsin, aklını çalıştırsın, ben leb dediğimde o leblebi anlasın, ben ne düşündüğümün farkına yeni varmışken o çoktan bilmiş olsun. Hem parmakla göstermek çocukların yapacağı bir şeydir. Ben geçmedim mi o hallerimi? Çocuk olsaydım herhalde eğlenebiliyor, şen şen dolaşıyor olurdum. Yapamıyorum ya. Kırbaçlıyor zaten bir fırsat yapabildiğim olsa. Tadım kaçıyor.

Armut piş ağzıma düş desen, kolay mı öyle desen, kim ya da ne seni anlar ya da anlamak ister, sen anladın mı anlayabildin mi desen; sus artık derim. Neyedir gocunman desen yine, şudur derim bu sefer ama tek parmağım kalkmaz, onbeş tanesi kalkar ve gökyüzüne dönüktür son anlık bir kararsızlıkla yaptığım hamleden ötürü. Ama birisi kırılır o an, ses benden gelir ama; parmak bana dönüktür. Tüh derim, yakayı ele verdim sanırım.

Yeter derim, aldırma. Yürü, Mete; Yenibaştan!

--------------------------------------------------------------------------------------------

Sabah vakti, Günfer Hanım'ın örttüğü ama kapatmadığı yatak odamın kapısı güçlü bir şekilde itilerek açıldı. Güçlü bir şekilde diyorum çünkü kapı duvara tak diye çarptı, ki zaten beni uyandıran da o sesti. Ben ne oluyor falan diye şaşkınlıkla kapıya bakarken ne olduğunu, laminatların üstünde çit çit çit diye çitleyen pati seslerinden çıkardım. Zaten birkaç saniye içinde hop diye yatağa tırmanan bir ağırlık ve ayağıma konan bir kedi kafası ile Fıstık Hanım'ın güzellik uykusuna benim yanımda devam etmeye karar vermiş olduğunu anladım. İyi de, bari kapıyı çarpmasaydınız Fıstık Hanım.

--------------------------------------------------------------------------------------------

Rüyamda yine yüksek binalar arasındaydım, her yer ıssızdı ve birileri beni izlediklerini fısıldıyordu. Yalan.

--------------------------------------------------------------------------------------------

Uzunca bir süre koruyucu bir meleğimin olduğuna inanıyordum. Bu inancımın sebebi ise pek çok kere birçok kazayı ve ölümcül hatayı kıl paylarıyla atlatıyor olmamdı. Bir dönem bana hiçbir şey olmayacağını, hep bir şekilde sıyrılacağımı bile düşünüyordum. Şimdi desem münasip bir yerimle gülerim.

Ya da belki gerçekten öyledir de o melek biyolojik konularda beceriksizdir.

---------------------------------------------------------------------------------------------

İçimdekini atabildiğimi sanmıyorum. O huzursuzuk hâlâ varlığını sürdürüyor.

En iyisi gitmek.

HADEN!

06 Ocak 2010

Sıfırdan tekrar edilen başlangıçlar ancak filmlerin, ardından ne olduğunun bize söylenmediği sonlarında olur, Kişi.

Nasıl kendini ve yaşadıklarını hiç olmamış gibi içinden söküp atabilesin ki? Reddedişle olmaz bu. Bence bu sıfırdan başlangıca en yakın sayılabilecek reformlar, ancak kişinin tüm yaşadıklarını, yaptıklarını, geçmişindeki insanları ve en önemlisi kendisini affetmesiyle mümkün. Böylelikle geçmişi geçmişte bırakıp ilerlemeye devam edebilir.

Bugün birisi beni erkekler tuvaletinin kapısından çevirdi, kadınlar tuvaleti şu tarafta bacım diye. Anında cinlerim tepeme çıktı.

Olur öyle hatalar, arkadan anlamamıştır, gözü miyoptur falan... İyi de arkadaşım diyelim ki kadınım ve yanlış yere gidiyorum; yahu sana mı düştü benim namusum gittiğim yerin doğru yer olup olmadığı? Ne nane molla insanlarımız var. Cidden bu ülkede kadın olmak çok zor.

Ha, bu arada bu kadar kızmamı yanlış anlamayasın. Kadınlarla alıp veremediğim yok ki onlardan biri sanılmaktan gocunayım. Benimkisi ortaokuldan ve saçımın uzun olduğu dönemlerden kalma bir tepki. Hele orta okulda, olduğumdan başka bir cinsiyet sanılmak pek koyuyordu. Üniversiteyi bitirmiş, ölümden dönmüş bir kişi olarak hâlâ böyle bir olay karşısında celallenmem bu konuda bir şeyleri, birilerini ya da kendimi tam olarak affedemediğim anlamına geliyor; eğer ki yukarıdaki iddiamı doğru sayarsak.

Tamam, çok ciddi yazdım. Yeter bu kadar.

-----------------------------------------------------------------------------------------

Şu sıralar tekrar Sandman okumaya başladım. Güzel seri be. En son Rüya Lordu, Morpheous, Cehennemden çıkıyordu. Lucifer Sabahyıldızı ona milyonlarca iblisle çevrilmiş olarak dikilkleri o tepede onu öylece bırakacaklarını mı sandığını soruyordu. Rüya Lordu'nun ve rüyalarının Cehennemde hiçbir gücü yoktu nasıl olsa... Derken Morpheous Lucifer'a cevabını verdi soğukkanlılıkla "Evet, ben burada güçsüz olabilir. Ancak rüyalar? Rüyaların burada gücü olmadığını söyleyemezsin." ve tüm iblislerin duyabileceği bir sesle dudaklarından şu kelimeler döküldü:

"Eğer buradaki tüm iblisler bir gün Cennete kavuşacaklarının hayaliyle dolu olmasalar, Cehennemin bir gücü kalır mıydı?"

Ve o yavaş yavaş Cehennemin çıkışına doğru yürürken tüm iblis ordusu onun önünden bir bir çekildi.

Bu kadar.

HADEN!

05 Ocak 2010

Alev yudumları susuzluğuma,
bardakta durmuyor
kaplar eriyor
avuçlarım yanıyor;
ellerim nerede!?...

yiten ışığı telafi etmeye çalışırken kül oldum.


Art by flame2fire @DeviantArt

03 Ocak 2010

Derme çatma teknelerle açıldığımız göllerde boğulmadan nasıl durabildik? Şimdi okyanusta altımızda şişme botlarla bir yere varabileceğimizi sanıyoruz. Bir yere varma umudumuz var mı ki? Attığımız kürekler, çırptığımız ayaklar ve avuçlarımızla çektiğimiz sular bizi sadece okyanustaki başka bir yere götürüyor. Orası belki daha az fırtınalı olur, belki köpekbalığı olmaz orada; ya da tam tersi. Keşke translatlantik bir gemide birinci sınıf bir kamarada uyuyor olsaydım diyoruz her zaman. Halbuki transatlantik gemiler birer deniz efsanesiydi.

---------------------------------------------------------------------------------------------

Bugün fark ettim, diğer kediden kaçmak için koltuğun altına giren Fıstık Hanım, koltuğun altındaki kumaş kaplamayı yarıp koltuğun içini bir güzel deşip kendine güzel kapalı bir mekân yapmış. Zeki hayvan... Vay şerefsiz...

Yapalı kim bilir ne kadar uzun vakit oldu. Sık sık koltuğun altına girmesine de laf etmedik. Bundan s0nra durduk yere onu cezalandırırsak bunu neden yaptığımızı anlayacağını sanmıyorum.

----------------------------------------------------------------------------------------------

Sevdiklerinin kalabalığın arasında kaybolması bu sanırım. Az evvel müzik arşivinde bir parçaya denk geldim; ne kadar da çok seviyor sık sık dinliyordum. Ne ara kim bilir bir anda dinlemeyi bıraktım ve unuttum. Şimdi kendisini görünce sevindim. İnsan bazen neyi gerçekten sevdiğini unutuyor. Çok acı bir gerçek bu. Ama sanırım sevecek yeni şeyler bulmak için şart.

Paolo Nutini - Candy, bu arada parçanın ismi.

"You're my diamond in the rough."

Aynı şekilde bir de Three Wishes (The Pierces) yine bugün karşılaştığım eski dostlardan.

----------------------------------------------------------------------------------------------

HADEN!

----------------------------------------------------------------------------------------------