31 Aralık 2009


Yılbaşı gecesi blog yazan birisiyim, Kişi.

Diyceğim o ki gelen yıl pek güzel geçsin, harika harika her taraftan güzelliklerle kaplansın. Bu sene kadar uç noktalarda gezinmese de olur. Hoş şeyleri tadında yaşayalım, kötüler hafif ve unutması kolay olsun.

Ve Kişi, bu sene de benimle beraber ol. Gerek bu blogdan, gerek aklımın içinden, gerekse günlük hayatımdan eksik olmamanı dilerim. Varsın olsun bu sene hediye almayayım. Varsın olsun bu gece evimde kalmış olayım. Varsın olsun seni de belki evine kapatmış olayım böylesini istemesem de. Pasif, bencil mutluluk içindeyim.

Ayrıca bu gece şarap var evimde, yanıbaşımda. Daha kaybetmediğim ne varsa onların varlıklarının tüm güzelliğine içiyorum!

Sana içiyorum Kişi!

ARt by Shane66

30 Aralık 2009

Beyin yahnisi. Evet, Kişi, ilk sözlerim bunlar. Seni şaşırtmayı seviyorum. Tabi şaşırmamış da olabilirsin... Hmm, tek taraflı sohbetlerimizin en iyi yanı beni hiçbir zaman morartmaman. Kediyle konuşmak gibi bir şey. Fark şu ki ben kediyle oturup ciddi ciddi konuşmam. Kediyle geyik de yapmadım. Aslında şu anda kedi ile pek az etkileştiğimi düşünmeye başladım. Bu yılbaşında değiştireceğim şey bu: Kedi ile daha çok etkileşeceğim. Bu genelde mıncırmayı ve zavallının anlamadığı şeyler söylememi içerdiğinden hayvan yakında evi temelli terk etmeyi düşünmeye başlayabilir.

Ne uzun bir giriş oldu değil mi? Yapacak bir şey yok, yazdım bir kere.

Ev iyice kalabalıklaştı. Fena olmadı, bu kalabalık sayesinde yalnız kalabiliyorum. Kendi başıma olduğum aslen pek nadir oluyor. Ancak bu gece artık salondaki kanepeyi bırakıp odama çekileceğim. Bu arada çarşafları kaldırınca fark ettim, kanepenin minderleri bildiğin benim oturduğum yerlerden yassılaşmış... Şu iki ayda kanepeyi iki senede kimsenin yapamadığı ölçüde yıprattım. Her şey bir yana, sonunda yalnız uyuyabileceğim!

Sana, sebepsiz ve gerçekte olacaklarla muhtemelen hiçbir alakası olmayacak endişemden bahsedeyim. Hayattan geri kalmak diyorum ara ara. Ben kendime tam olarak gelip sonunda bir şeyler yapabilmeye başladığımda dostların hepsinin kendi hayatlarına, işlerine, güçlerine, amaçlarına fazlasıyla gömülmüş olmalarından korkuyorum. Sanki öyle olunca onlara ulaşamayacakmışım gibi geliyor. Halbuki biraz düşününce, ben de başka bir yerlerde olacağım ve bir taraf çaba gösterir de eğer ki dostluk da güçlü ise elbet bir araya gelinebilir.

Şimdi, senenin son günündeyim resmen. Bu sene hiç bitmeyecekmiş gibiydi benim için. Aralık ayı geldiğinde bile ben ileriye bakmaktan korkarcasına hep geçmişe dönüktüm. Aslında söz konusu sene sonu sadece biz insanların hayatlarımızı bölümlere ayırmak için sistemli bir şekilde uydurduğumuz takvimin biriminden ibaret; yoksa dünya dönüşünde duraksamıyor, söyle bir düşünüp nostaljide kapılmıyor, bir yaş daha geçti diye üzülmüyor ya da sevinmiyor... Dünya olmak varmış be, kaptırmış kendisini dönüp duruyor içindeki kansere bile aldırmaksızın.

Ilgın Hanım kurabiyeler yapmış. Fotoğraflarını gösterince cidden mutfakta işlenen bir cinayetin ardından pişirilen tatlı atıştırmalar gibi göründüklerini düşündüm. Bir de kanlı ellerini göstermiş. Barbar kız. xD

Aslında o gıda boyası kullanılarak çok iyi fotoğraflar çekilebilir. Ancak pislenmeye gönüllü birileri lazım. Şu DeviantArt'da veya başka yerlerde sergilenen çok iyi fotoğraflara bakıyorum ve düşünüyorum: Benim de bunlar gibi ve daha başka fikirlerim var! Ama o fotoğrafçıları benden ayıran şey ilk olarak bu fikirlerini fotoğraf haline getiriyor olmaları. Bunun dışında tabi ki ekipman ve manken bolluğu da ayrı bir avantaj; ancak bunlar bir şekilde zamanla bulunabilecek şeyler, yeter ki eyleme geçilsin.


Misal, bir keresinde yaz vakti gece deniz kıyısında yürürken kumsalda açık unutulmuş bir güneş şemsiyesi gördüm. Öyle bir sahneydi ki, sarı sokak lambasının aydınlattığı kumsalda o şemsiye altına kapkaranlık bir gölge düşürüyordu. Sonra düşündüm, bir kadın olsa o şemsiyenin altına yatsa, gölgeden sadece ayakları çıksa, ben de bunu çeksem... O an mankenden vazgeçtim, sahnenin kendisi bile fotoğraflamaya değerdi bence. Ancak tabi o zaman iyi bir makineye sahip değildim ve telefonla çektiğim bir şeye benzemiyordu.

Gelecek yıldan ne bekliyorum? Bilmem ki, kafasına göre takılsın ama mümkünse beni daha bir sevsin. Sevgi dolsun, ilhamı bol olsun, mümkünse başlangıçlar yapabileyim. Mümkünse şu kısır döngümden kurtulabileyim.

Neyse, bu kadar yazmak yeter. Görüşmek üzere, Kişi. Gündüz vakti yine bir şeyler yazabilirim.

HADEN!


Çay yapraklarının savruluşlarına tepkiliyim!
Mürekkebin bir kaşık suda dağılmasına
Bünyelerinde gerçeği barındıran hamam böceklerine
ve anlamı okuyanda gizli olan anlamsız çağrışımlara!

29 Aralık 2009

Bugün aklıma buraya yazacak bir şey geldi... Ama kendisini unuttum anısı kaldı. Lanetler! (dıgıdık)

İçimden geçenleri yazsam başıma bela almış olurum. Jason Mraz şarkılarının etkisiyle saat geceyarısını kırkdört geçe ben ki coşkulu, hedefi olan kırmızı eflatun şeyler yazmak istiyorum. Ancak hayır, Kişi; duymayacaksın benden bu cümleleri.

Bir atom savaşı çıksa ve sen yüksek teknoloji harikası bir sığınakta bu savaştan zarar görmeden kurtulsan, sonrasında ne yaparsın? Dış dünya radyasyon yüklü ve yerle bir halde; ancak kurtulanlar var. Sen o yüksek teknoloji ürünü küçük bir yer altı şehri olan o sığınakta radyasyondan etkilenmeden mi yaşamayı tercih edersin; yoksa yukarıya, atom kıyameti sonrası dünyaya çıkıp orada mı bir yaşam sürdürürsün? Sorunun özü şudur, sağlıksızlığına ve kaosuna rağmen özgür dış dünya mı, yoksa güvenli ama klostrofobik yeraltı sığınağı mı?

Bilen bilir, bu Fallout isimli bir oyunun koşullarına çok yakın bir senaryo. Doğrusu atom savaşı sonrası Amerika'sında geçen bu oyunların her birini tavsiye ederim. Özellikle son oyun olan Fallout 3, ki kendisi Washington D.C.'nin yerle bir olmuş halinde geçiyor, harika. İçinde Amerikan kültüründen çok şey taşıyor bu arada. Oyunu tasarlayan takım dersine iyi çalışmış.

Uykum gelsin hadi. Jason Mraz'ın ninni gibi şarkıları bile uykumu getiremedi. Gerçi, bu hastane odasında uyumaktan hiç memnun değilim. Umarım bir an önce şu testler biter de eve yollanırım.

Dişiye tapmaya ne deniyordu? Gynolatry? Taptığımı sanmıyorum, ancak dişi kısmısını oldukça hayran olunası buluyorum. Hemen bana sapık deme, Kişi, açıklayayım. Oradan bu taraf ne kadar hayran olunası görünüyor bilmiyorum ama buradan bakınca dişi kısmısı en oldukça karmaşık, zarif, ne bileyim çok özel geliyor. Güzellik kavramını bir kenara bıraktım, sadece biyolojik olarak bile üstünde düşünülesi. Bir yerde okumuştum; erkeğin hayatında sadece iki kere değişim geçirdiğini söylüyordu, ergenlik ve andropoz. Ancak bir kadın hayatı boyunca her ay baştan yenileniyor, bunun yanında ergenliği, hayatının tam ortası ve menapoz var. Kadın, hayatı boyunca içinde hep yeni hayatlar besliyor. Bir döngü. Kutsal diyeceğim bir şey varsa bu kesinlikle tanrı değil, her gün karşılaştığım, ayırdına vardım varmadım etkileştiğim o dişilerdir. Belirtmem gerek, kişilik kısmını da ayrı tutuyorum. Sonuçta herkes insandır ve kişilikleriyle seversin sevmezsin farklı renkler kazanırlar. Ben şanslıyım çünkü çok güzel renklerle çevriliyim bu bakımdan.

Çok yazdım be. Dedim ya, bir doluluk var işte. Demem o ki, tanıyana kadar tüm dişileri seviyorum. Tanıdıktan sonra daha az sevdiklerim oluyor, öylece sevdiklerim oluyor ya da bir ihtimal çok çok ama çok sevdiklerim... Eee, Kişi? Sapık mıyım ben şimdi?

Neyse, kapatayım konuyu artık. Kendine iyi bak ben dönene değin.

HADEN!

Art by I-NetGraFX, Crimson-Kimono and PellucidMind, respectively and respectfully @ DeviantArt

28 Aralık 2009


Hm, kaç gündür oturup yazamıyorum. Bir önceki girdi de yazma girişimlerimden birisiydi ve gördüğün üzere iki gereksiz cümlecikten ibaret.

Bilmiyorum, yazmak için bir motivasyona ihtiyacım var. Eski motivasyonlarımı devam ettiremem, ben değiştim çünkü. Eskiden sadece yazmış olmak için, kendimi geliştirmek ya da bir şeyler biriktirmek için yazardım. Okunmuş okunmamış bir şey ifade etmiyor. Şimdilerde ise okunuyor olmak önemli bir motivasyon. Bu ve bunun gibi şeyler. Çeviri için de durum benzer; durduk yere çeviri yapasım gelmiyor, neden gelsin?

Güzel bir noel ağacımız var. Doğrusu kendisinden çok memnunum.

ışık girmiyor ki saçlarımın arasına, karanlıkta düşüncelerim
plastik bir ağacın renkli süslerinden öğrendim renklerin gerçekliğini
süslerin geçmişinde yatan silik anılardansa, bir tenin tene değişini
e gaza getirdin oooo deyince
al sana şiir dörtlüğü
beşlik
altılık...
yedi?

Heh... Yayınlayacağımı söylemiştim.

Tabi, benim ağacım yukarıda resmini koyduğumdan daha güzel. Kendisini Günlük Esintiler'de görebilirsiniz.

Yılbaşı. Geçen yılbaşına girişim baya olaylıydı. Ancak hayatta bu sene bu kadar sıkıntı çekip bu kadar çok ameliyat olacağım aklıma gelmezdi.

Bu seneye evde ve olaysız gireceğim. Yarı yarıya yürür vaziyette. Herhalde bu sene fena geçmez, umarım.

---------------------------------------------------------------------------------

Yedi gök, yedi hayat, yedi günah, yedi tepe... Tepelerin birinin hakiminde bulacakmışım cevabı. Yedide üç olasılık, çünkü ömrüm ancak üç tepeye tırmanmaya yeter. Umutsuz olmak için yeterli bir sebep mi? Göreceğiz.

---------------------------------------------------------------------------------

Gittim ben, Kişi. Heheh, girişte sana hitab etmedim diye unuttum sandın değil mi?

HADEN!

Art by okcpu @ DeviantArt

24 Aralık 2009

Ah belim, vah popom, aman bacağım, aman tanrım ayağım, Kişi.

Yakınmayacağım, merak etme.

19 Aralık 2009

İşbu son girdiden bu yanaki ayrılığımızın ikinci gününde, Kişi, ben köpek gibi geri döndüm.

Ne desem bilmiyorum. Diyeceksin e madem bilmiyorsun neden blog yazmaya koyuldun. Çok basit, Kişi, çünkü sıkıldım ve gecenin bu saatinde uykumun gelmesini bekliyorum.

Ayrıca müzik de dinleyemem, uyuyorlar. Dahası MSN'de konuşacak kimsem yok. Işık, kitap okunamayacak kadar loş (uyuyan var). Bir de ben pek aksiyim.

Neden mi aksiyim? Çünkü şahsımın keyfince kotunu kazağını paltosunu giyip, kör topal da olsa dışarı tek başına çıkabileceği ve böylece biraz egzersizle her geçen gün daha da güçlenip hızla iyileşeceği günler her bir hastane seferinde daha ileriye erteleniyor. Hayat erteleniyor benim için, geri kalıyorum. Buna kızgınım. Sabırsızım, Kişi, anla beni.

Olan sevgili aileme oluyor. Şu son birkaç ayda onlara şu yaşıma değin yaptığımdan daha fazla kez bağırmış, terslemiş, laflarını ağızlarına sokmuşumdur. Yanacaksam bundandır valla.

Neyse, burada anlatacak şeyler değil. Seni de sıkmamak gerek, sonra uğramaz oluyorsun.

Bir süredir evde elden ele eski fotoğraflar dolaşıyor. Benim ve ablamın bebekliklerinden tutun, anne ile babanın gençliklerine kadar. Hatta babamın liseden bir fotosu bile var. Tuhaf geliyor, insan ailesini hep kendi tarihinin başlangıcı itibariyle algılar. Kendisinden önce de var olduklarını bilir ancak bunu tam olarak anlayamaz. O yüzden her seferinde bu fotolara baktığımda bir kere daha (ve daha sonra tekrar unutmak üzere) anne ve babanın kendilerine has, başı ve sonu olan bir hayatları olduğunun ayırdına varıyor ve onlara farklı bir gözle bakıyorum. Gözümün önünde yaşlanıyorlar.

Bir de kendine ait fotolar var. Bebeklik, çocukluk ve ergenlik. Sanki hiçbiri sen değilmişsin gibi hissediyorsun. O zamanlarda nasıl hissettiğini hatırlamaya çalışıyor, aklına gelenlerin gerçekten yaşadıkların mı yoksa o an ürettiğin imge ve deneyimler mi olduğunu merak ediyorsun. Hele bebeklik ve çok küçük yaştaki dönemlerin. Kendi masumiyetime şaştım doğrusu. Biraz hüzünlenmedim de değil. Kim bilir o dönemlerde yaşadıklarım şu andaki bende nasıl yer edinmiş ve kendilerini göstermekteler. Almanya'da geçirdiğim zamanlar, sonra Özdere'deki o ıssız günler, bir anne bir baba ve bir abladan oluşan çekirdek aile... Hayatımı seviyorum, yaşadıklarımdan iyi ve güzel olanları hatırlayıp gerisini unutuyorum, yaşamaktan mutluyum. Ancak fotoğraflar arasından bir tanesini elime alıyorum. Mavili bir üst ve sarı bir pantalon kanepeye sırt üstü uzanıp tavana gülücük atan bir erkek bebek.

O bebeğe bakıp kendi kendime fısıldıyorum:

"Sakın büyüyeyim deme."

Hoşçakal, Kişi.

17 Aralık 2009

Ne desem de, Kişi, sen bana gelsen bir kere de? Valla ayaklarım ağrıyor artık, çok uzaktasın.

Sanki dün yazmışım gibi geliyordu, bir baktım üç gün bitmiş dördüncüye giriyorum. Hem sen gel günler geçmiyor diye yakın, hem de dünleri unutup beş altısının birden geçmesine izin ver. Hepsi bilinçsizlikten ötürü ha, başka bir şey değil. Bir de günleri diğerlerinden farklı kılacak çok belirli şeylerin olmaması.

Gün geçmez oldu ki (!) bir yerim ağrımasın. Acı edebiyatına soyunsam, çok değişik şeyler yazardım ha! Onun yerine ben ne yaptım? Şiir yazdım, tuhaf hikayeler yazdım... İyi ki de öyle yapmışım. Gerçi şiirlerin içinde baya karamsar olanları yok değil. Eh, olur o kadar. Hep hayali sevgiliye methiyeler dizseydim sanırım kendime olan saygımı yitirirdim. Bunların hiçbirini yapmasaydım da büyük ihtimalle erotik pornografik hikayeler yazmaya soyunurdum. İlla ki yazacağım ama bak.

Öte yandan ilginç olabilirdi... Heh heh heeh....

Neyse ne.

----------------------------------------------------------------------------------------

"Çekirdekli kuru üzüme yüklediği anlamı diğer insanlara yüklemeyi bilseydi şimdiye evlenmişti!"

-Won Yang Tzu

Ünlü Çinli düşünce-severinin bu özlü sözünün özünde yatanı bana anlatmanızı isterim. Seninle dalga mı geçiyorum, seni kandırıyor muyum ? Belki de! Gerçeği bulman bir google'a bakar.

----------------------------------------------------------------------------------------

O kadar çok parçanın arasında yine arayıp bulup kendi klasiklerini dinlemek, zamanla o kadar çok materyal toplamış olmanı anlamsız kılıyor.

Ancak olsun, bazen çok çeşitli olacağım tutuyor işte.

----------------------------------------------------------------------------------------


Eee? Aşk kişisi? Sıradaki çehren ne olacak? Ya saç rengin? Hani, talep kabul ediyor musun bilmiyorum ama bu sefer kızıl ol! Adamı ayran gönüllülüğe alıştırıyorlar valla. Bu gidişle ben de bozacağım. Ekşi ayran. Isınmış, ekşi ayran, köpüksüz.

Aşk dedim de, kahve içmez oldum ha. İyi geliyordu halbuki, bir esprisi, bir anısı vardı. Gerçi, kıçımı yerimden zor kaldırırken kahve ile hiperaktifleşmek küpüme zarar olabilir şu sıralar. Ağır kahve küpüme zarar derler! Kim lan onlar? Asla bilemeyeksin.

---------------------------------------------------------------------------------------

Kedinin uyumak için duvar prizlerinin diplerini ve üçlü prizlerin yanını tercih etmesinin sebebini merak ediyorum.

Her neyse.

Bu günlük bu kadar yetsin artık.

Haden!

13 Aralık 2009

Süt ve Karabiber

Mavi mutluluk gözyaşı bir anda griye döndü. Bu keder... Artık dayanamıyorum. Karanlıktan korkmazdım ben, ta ki ondaki...

Neyse, dilim varmıyor anlatmaya. Değişim kaçınılmaz derler. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş, aynı nehirde iki kez yıkanamazmışsın falan. Safsata. Ondaki karanlık hiç değişmedi, değişeceğini de hiç sanmıyorum.

İnsanların kendilerini kısır döngülere sokmakta içgüdüsel bir ustalıkları var. Bir şeyler değişiyormuş gibi davranılır ancak yaşananlar aslında hep aynıdır. Bunun farkına pek azı varır. Belki bir milyon insandan birkaç yüz bini.

Ben, döngüsü başkası tarafından kırılanlardanım.

Sanırım o beni hiç sevmedi, benim onun sevmemin aksine. Acı verici, fakat sanırım bu sayede belki de çok daha kötü bir kaderden kurtuldum. Size onu anlatacağım. Pek iyi bir anlatıcı değilim. Yazmayı bırakın bir kenara, ben rahat konuşamam bile. Ancak bunu içimde tutamam artık. Dayanamıyorum...

İlk olarak onunla tanışmamızı anlatmalıyım sanırım. Şehrin, genelde üniversiteliler ve gençlerin takıldığı bar ve kafelerin bulunduğu işlek sokaklarda tek başımaydım. Saat geceyarısını çoktan aşmıştı ve beş kadeh ucuz viski ile dolu midem kazınıyordu. Yine o dönemlerinden birini yaşıyordum: Pis sakal, yıkanmamış gömlek, dört haftalık kot pantalon, bol alkol, bol kendini sorgulama ve sonuçtan memnun olmama. Üniversiteli bir kızdan tekmeyi yeni yemiştim. Yine. Ardından hep böyle oluyordum.

Bir yan sokağın köşesinde, her gece aynı yerde olan seyyar hot dog satıcısını gözüme kestirdim. Satan adam tipiyle gecenin bu saatinde dışarıda olacak birine benzemiyordu. Daha çok saat on birde yatıp sabah yedide kalkacak birisinin hafif babacan çehresine sahipti.

Doğrusu yavaş yiyen birisiyim. Ben orada dikilirken dört kişi gelip hot doglarını yiyip gitmişleri bile. Ben, çıkartacağımı bile bile beşinci hot dogumu kemirirken geldi yanıma. Dikkatimi ilk koyu kahverengi saçları çekti. Koyu yeşil deri bir monta sarınmıştı. Bir tane hot dog istedi. Adam hazırlarken dönüp direk gözlerimin içine baktı; bakışlarında meydan okur gibiydi. Sanırım beni etkileyen bu cüretkar bakıştı. Böyle kendine güvenli kadınlar nadirdir.

"Sabaha kaç saat kaldı?" diye sordum direk.

"Üç." dedi. Bu kadar.

Teşekkür edip hot dogumu kemirmeye devam ettim. O ise kendisininkinden büyük bir lokma aldı. Çiğnerken bana bakıyordu tartarcasına; bense tüm dikkatim yediğim hotdogdaymış gibi davranıyordum. Böyle kadınlar bana göre değildi, o yüzden onu görmezden gelmeye karar vermiştim. Tıka basa dolu ağzındakini çabucak yuttu. Ne iştahlı kadın, diye düşünmüştüm. O zamandan bilseydim eğer herhalde öyle düşünmezdim...

Neyse.

"Bir içki içmeye ne dersin?" diye sorduğunda ne kadar şaşırdığımı anlatamam. "Evim uzakta değil." dediğinde ise iş tamamen farklı bir boyut kazandı. Bunu, şu tükürülesi halimden bir çıkış bileti olarak gördüm. O da bir kadın olarak hiç de fena değildi. Hoş bir çehresi vardı; iri ve keskin bakışlı gözler, normal bir burun, insanda tuhaf bir şekilde öpme isteği uyandıran dolgun dudaklar... Biraz zayıftı, benden uzundu; ancak beni seçmişti. Bir erkek olarak bu teklifi nasıl reddedebilirdim ki?

Evi, hot dogcunun bulunduğu yerden beş blok ötede eski bir apartmanın en üst katındaydı. Yol boyunca koluma girdi. Yine de şüphelerim vardı, bir arkadaşım kendine çok güvenen ve yukarıdan bakan kadınlardan kaçınılması gerektiğini tembihlerdi hep. Ben bunu düşünürken, sessizce aştık beş karanlık bloku. Evine çıkan merdivenleri tırmanırken o önüme geçmişti. Dürüst olmalıyım, kalan son direncimi kıran, merdivenleri tırmanırken her basamakta sallanan kalçalarıydı.

Ayrıntıya girmeme gerek yok. Evine çıktık, birer içki doldurdu, daha bardakları yarılamamıştık ki kanepede öpüşüyorduk. Bardakların dibi göründüğünde ikimiz yatakta ter ve alkol kokan nefesler içinde sevişiyorduk. Böylesi vahşi sevişen kimse ile birlikte olmamıştım. Biraz gözümü açsaydım ondaki tuhaflığı fark ederdim.

Her şey bittiğinde ve yatağa uzanmış uyumak üzereyken kendimi, bunun tek gecelik bir şey olduğunu ve ismini bile bilmediğim bu kadını bir daha görmeyeceğimi düşünerek kendimi telkin ettim. Normal hayatıma geri dönecek, bir iş bulacak ve eski dostları arayacaktım...

Ancak öyle olmadı...

11 Aralık 2009

Seni benden alan neydi? Sendeki beni de götürdüğünde ben öylece baktım. Sonra kızdılar tabi peşinden gitmedim diye. Sordular korkuyor muydun? Bunun üstünde düşünmedim değil... Hayır, korku değildi bu; farkındalıktı. Ömrü bitmişti ve ben bir ölü sevici değildim.

Yine de, ömrünün bu kadar kısa olacağını söyleseler inanmazdım. Harbi, seni benden alan neydi?

----------------------------------------------------------------------

Merak etmeyin, bir ilişki bitirdim falan değil. Bitse ilan eder miydim bilmem. Hep duvara konuşuyormuşum gibi hissettiğim şu günlerde (bu blog dahil), sanırım bunun bir önemi yok.

Öte yandan, romantik bir hikaye yazabilirmişim görünüşe bakılırsa. Ya da yukarıdaki örneğe bakarsak, dramatik.

Romantik hikaye yazmak hiç aklıma gelmemişti daha önce. Çok uç şeyler yazmaya çalıştım ya da yazdım; ancak romantik değil. Bu neyi açıklıyor ya da hangi gerçeği açığa vuruyor?

----------------------------------------------------------------------

Cidden yalan söylemeyen birileri var mı acaba? Sanmıyorum. Bir insanın hayatı boyunca yalan söylememiş olması için iki ayrı durum olabilir: Ya hiç yalan söylemesini gerektirecek durumlar içinde olmadı (ki bu imkansız gibi bir şey), ya da arkadaş daha birkaç aylık.

Neyse işte. Haden.

09 Aralık 2009

Bilgisayarımın ısınan işlemcisi kadar ömrü var bu yazının. Ne kadar daha dayanabilir dersiniz?

------------------------------------------------------------------------

Herkes biraz olsun ister, ben de istiyorum. İstemekle başladı bazı şeyler. İstemek sona erdirdi bir çok şeyi. İstekler istekler. Ben boş bir tabak istemiştim, kolay kırılmayan. Sonra yarısı yazılmış bir kağıt, devam ettirebilmek için. Ha, bir de sessizlik. Bunlar başlangıçtı. Son ise benim beklediğimden daha yakın oldu.

Bana tabağı dolu verdiler, ancak benim karnım toktu. Zorla yememek istedim. Yemedim. Sonra sirke suratlı canlı, yemeği önümden alırken tabak kırıldı. Şimdi tabağı özlüyorum; yiyip boşaltır, ekmekle sıyırır tertemiz bırakırdım...

Kağıt geldiğinde ben kalemim olmadığın fark ettim. Kalem istedim, kalemin gelmesi biraz vakit aldı. Kalem geldiğinde bir baktım kağıt yok. Bir baktım meğer pencere açıkmış; ben o pencereyi özenle unutmuştum halbuki. Pencerenin dönüşü acı verici oldu, şimdi kalemi olan fakat kağıtsız bir kişiyim. Ah, o hikayeyi sevmiştim.

Ve sessizlik. Bana nasıl bir ahmak olduğumu gösterdi. Kapalı kapılar, kalın duvarlar, hiçliğin ortası. O kadar sessizdi ki kendi kalp atışımı duyabiliyordum. Öyle sessizdi ki düşüncelerim gümbür gümbür, çın çın, langur lungur bir gürültü ile dönüyorlardı kafatasımda. Anladım ki benim dışarının seslerine ihtiyacım var; kendi gürültümden ürkmüştüm. Ses istedim, geldi. Tam bir kakafoni: Bin ağızdan çıkan bin cümle. Dillerin şekillendirdiği yanılsamalar. Ve ardından gelen diğer dünyevi ne varsa. Sonuç mu? Kendimi kaybettim. Etki altında kalan beynimdeki düşünceler benim değil. Kendimi kaybettim. Duyamıyorum artık!

Bu bir kazanım ve kaybediş öyküsüydü. Anladınız mı bilmem. Umarım bunları okuyan kişi benim aldığım dersi alır ve aynı hataya düşmez; fakat biliyorum ki bu nafile bir umut. Yine yapacaksın değil mi? Gençlik ya da yaşlılık fark etmiyor, sen de bir ahmaksın.

Hoşçakal.

-------------------------------------------------

Heh, tuhaf oldu.

04 Aralık 2009

ayağımı tutan eller
her adımımda bükerler
iğneler ve tırnak izleri
menzilime göz dikerler


Art by Doombee@ DeviantArt

26 Kasım 2009

Delirmek istiyorum, Kişi. Delirtsene beni tekrar tekrar?

Çaba gösteriyorum en azından. Son zamanlarda olanların ciddiyetinden ötürü olsa gerek, ben de ciddi bir adam oldum. Hiçbir şey komik gelmiyor, esprilere nezaketen gülümsüyorum, beynim alaycılığı bıraktı.

Ortaokul dönemlerimdeydim, bir keresinde babamın bana her şeyi alaya aldığım için kızdığını hatırlıyorum. Babam bana nadiren kızar, o yüzden aklımda kalmış olsa gerek.

Ancak esprili yaklaşım iyidir kanımca. Yaratıcı (dolayısıyla biraz deli) aklın sağlıklı kalmak için kullandığı harika bir yöntem. Üstelik böylece akıl esnek de kalıyor. Gerçi, karşıdaki için sinir bozucu oluyor bu genelde. Ancak seni bilen bildikten sonra, ne önemi var ki? Hem, illa ki hep alaycı olacaksın diye bir şey yok. Gerçi (yine), dengeyi bulmak söylenildiği kadar kolay değil.

Her şekil. Beynimi alaya ayarlamaya çalışacağım bundan sonra, biraz bilinçli olarak. Delirmek ve saçmalamakla başlayacağım işe.

---------------------------------------------------------------------------

İnsanlara bakışım değişti. Sokakta hızlı hızlı yürüyen birisini gördüm mü, her şeyden önce gözüm bacaklarının ve ayaklarının işleyişine takılıyor. Nasıl da makine gibi tıkır tıkır çalışan bir sistem, diye düşünüyorum. Sonra kişinin ne kadar da sağlıklı göründüğünü ve muhtemelen hiçbir ağrısının olmadığını. Ancak tüm bunlardan sonra kişinin kendisine bakıyorum. Bu da şunun kanıtıdır: Başkalarını, kendimizden yola çıkarak değerlendiririz.

Bu, çirkin olduğunu düşünen kişinin diğer herkesi güzel görmesi ile benzer bir durum. Ya da diğer bir değişle güzelliğe hassasiyeti.

--------------------------------------------------------------------------

İnsan şaşar kalır. Tüm gün oturuyor ya da yatıyorum. Devamı bir şeyler yiyorum. Kilo alamadım yine. Oha be oha!

Derken, bundan dört beş ay sonra bu yeme alışkanlıkları sonucu eski obez halime dönersem bu, cidden komik, hatta biraz ironik olur. Öte yandan öyle olsam eskisi kadar umursamam doğrusu. Her iki ucu yaşamış bir adamım artık ne de olsa.

--------------------------------------------------------------------------

Şu farklı yazıları birbirinden çizgiyle ayırma işine neden ve ne zaman başladım bilmiyorum.

Neyse, ben gideyim olmadı.

Haden.

18 Kasım 2009


Utancı bir kenara itip diz çökeceğim. Gururu bir kenara bırakıp içimden geçmesine izin vermek. Hayat ilerleyecek. Ellerim havada, belki sana, belki gelecek olanlara benden bir şeyler sunarken, tereddüt etmeyeceğim.

Sevdiğimi söyleyeceğim.

-----------------------------------------------------------------------

Verilen sözleri tutmayı unutmaya meğilliyim. Bilhassa kendime verdiklerimi.

-----------------------------------------------------------------------

Senden benden gidenleri toplasak belki bir insan etmez belki de bir bakmışız dört insan toplanmış orada. Biz kaybettiklerimizin üstüne bir şeyler koya koya bir kalmaya çalışırken, ikincisi gibi olsaydı ne düşünürdün?

Gözlerimi kapatıyorsam uykum geldiğinden değil, dinliyorum. Kalp atışlarımı, kalp atışlarını, geçen arabaların lastiklerinin yerde çıkardığı hışırtılı sesleri, şansım varsa bir iki kuş cıvıltısı ve rüzgâr esintisi. İnsan seslerini ayırd edemiyorum ama. Neden bilmem, başkalarını dinlemede hiçbir zaman çok iyi olmadım. Neyse ki teke tek muhabbetleri kotarabiliyorum.

Sevginin sıkıntı verici olduğu durumlar da var biliyorsun. Bir kişinin sevgisinden ötürü senin istemediğin şeyler yapmasını kaldırmak zorundaymış gibi hisseder vicdan. Sevdiği için yapıyor. Niyeti iyi. Terslersem, ya da istemediğimi bildirirsem sadece onu kırarım, başka da bir şey olmaz. Ne fena bir tür esarettir. Sevgi, tehlikeli bir şey. Belki de sevdiğini söylemek o kadar da masum bir şey değildir. Belki de sevdiğini söylemek, karşıdakine zarar vermektir. Karşıdakini sıkmak, istemediği bir sorumluluk içine sokmaktır. Bu bakımdan sevmek biraz düşüncesizlik belki de.

Sanırım bundan daha önce de bahsetmiştim.

17 Kasım 2009

Huh huuu, Kişi.

Bundan önceki girdiye bakınca diyorum ki gerçekten de öyleydi. Ancak merak etme, o girdinin ertesi günü sanırım bir anda bir şeyler düzeldi. Şimdi evdeyim hatta.

Merdivenleri çıkmak o kadar güç oldu ki...

Ancak ev güzeldi. Ev güzel. Evimi seviyorum. Hemen rahatladım.

Şimdilerde bol bol yatıyorum, oturuyorum. Evde olmamın tek kötü yanı, hastanede olduğu kadar sık yürümüyor olmam.

Yeter bu kadar. Dahası gelecek sonra. Şimdi çok uykum var.

13 Kasım 2009

Kişi, bu çok karamsar bir aklın girdisidir.

Şöyle diyeyim. Bir şeylere umutla bakmayı sürdürebilmek, sıkıntıyı bizzat çekerken gerçekten güç oluyor. Kontrolün ve çarenin bende olmaması doğrusu kendimi teslim etmemi gerektiriyor ve teslimiyet benden eksiltip duruyor gibi.

Lanetler saymayacağım. Şu anda beklemelerdeyim. Hâlâ ve hâlâ yediklerim midemde kalsın diye dua ediyoruz. Pardon, ediyorduk. Artık yediklerimin midemde kalmasını geçtik, keşke bağırsaktan bir kısmı çıksa diye ölüyoruz.

Bağırsak. Ara ara ameliyat öncesini düşünüyorum. Çok çok gerisini. Tek derdimin ağrıyan bir bacak ve hafif tutmayan sol ayak parmaları olduğu zamanları. Yediklerimin midemde kalması hissini, midemin ona verdiklerimi sorunsuzca kabul edişi hissini hatırlamaya çalışıyorum. Sadece unutmamak ve kendime öyle olmam gerektiğini hatırlatmak için.

Deliriyorum be kişi. Bu bekleyiş, bu monotonluk, bu kapana kısılmışlık. Yürüdüğüm yerden bile sıkıldım iyice.

Bir şeyleri kaybettikçe, sanki daha bir içine çekiliyorum?

Yarın sabaha kalktığımda kendimi bir anda çok iyi çok sağlık hissetsem. Bağırsaklarımı çalışmış bulsam. Güzel bir kahvaltı etsem üstüne....

Var ya, canım resmen hotdog istiyor.

------------------------

Neyse, geçtim.

Artık karahindibağların ne olduğunu biliyor olması, onlara sadece isimlerınden ötürü başlayan sevgisini değiştirmez. Hem kendileri de iyiymiş, şu rüzgara karşı üflediğimizde yüzlerce beyaz tüyünü salan pofuduk bitkiler.

08 Kasım 2009

Sadece, normalinin üç katı kalınlığında bir sağ kolla yazı yazmak zor. Sola ne oldu dersen, o, takılı olan serumun esareti altında.

Ben ise, dengesiz bağırsaklarım ve daha birçok diğer ayrıntıya rağmen, yaşıyorum. Sanırım.

Yine de kıyaslamaya girersem, şu halim iyi. Daha iyilerini de göreceğim.

Yeter bu kadar.

------------------------------------

Baş yerine telefon ahizesi taşıyan takım elbiseli adamların oluşturduğu görüntünün rahatsızlığı.

Popüler olanın iyi sayılan ve ou yeah tarzı oloan her şeyin parlaklılığına kapılmış kolay ikna olan akıllar. Ya ben düüşünüyorum, ya da düşündüğümü sanıyorum, ve bunları çekici bulmadığım gibi benim kafatasım şeklindekiler için yapılmış aynnı niteliktteki şeylara karşı aynı davranışlarda bulunuyordu. Demek ki o da birilerine dahildi. Özgünlük yanılgısı.

Ne bileyim ben.

Tans tans tans tans tans tans tans tans tans tansiyon...

Derken oturduğu yerden düşmek üzere olan adama yardımcı mı olurdunuz yoksa nadir karşılanacak bu durumu izler miydiniz. Bir insanın diğerine yarım etmesinin ardında yatan kaç çeşit etken, güdü ve geçmiş olabilir?

Yoruldum.

------------------

28 Ekim 2009

"An olur, canım çeker, gözüm gözüne değer!" diye şarkı söylediğimi duyarsan, Kişi, yadırgama. İçime işlemiş artık.

Kayahan şarkıları. Benimkiler bir ara çok dinlerlerdi. Ben de severim aslında. Artık pek müzik dinlemiyorlar. Yazık.

Yarın, bir şeylerin arifesi. Diyorum ki, sabır. Sabreden derviş sabrederken gebermiş de diyesim geldi.

Hade bakalım.

25 Ekim 2009


Potların adamıyım, Kişi. Gülme be.

Bugün, bir kişiyi telefonda tam üç kere tanımayarak büyük bir başarıya imza atmış bulunuyorum. O değil, kıza ayıp ve yazık oldu. Ben ise fazla alışkınım sanırım kendimin bu hallerine.

Dünkü yazıya bakarak, kendimi yine fazla irdelemiş olduğumu görüyorum. Bu huyum yüzünden tümör çıkartıyor olabilirim bak. Yapmamalı bu tür şeyler. Hadi yaptın, bari kendini vitrine koyma böyle böyle.

Yanlış anlama, Kişi, senden bir çekincem yok. Benimkisi bir nevi çıplak hissetme durumu.

Bu arada, belki kıçımın üstüne oturmak zorunda kalmış olabilirim; ancak bir şeyler yapmalı. Misal, bu arada şu hikayelerimi yine birkaç derginin gözüne gözüne sokabilirim. Belki bu sefer yayımlarlar. Acaba açılacak olan ameliyat yaramın bir fotoğrafıyla birlikte gönderirsem acırlar mı?... Eheh, saçmalık tabi ki. Zaten acınılarak bir şeyler başarmayı hayatta istemem, yapmam da. Sadece bu yüzden acı çekmek, gizli ve kendi kendine yapılan bir şeydir benim için. Gerçi son zamanlarda pek bir belli eder oldum. Yapacak bir şey yok.

Ne diyordum? Ha, evet, dergileri bir kez daha zorlamak. Yöntemlerden birisi de erotik bir kız ismi ile yollamak. Belki editörün ilgisini çekerim. Fotoğraf olarak da Stoya'nın bir fotosunu yollarım. Keh keh keh küh... Yeter, muhabbet sap(ıt)maya başladı.

Şimdi efendim, biraz gelişigüzel yazma vakti:

-------------------------------------

Ölüler de dans edebilirler, ancak görmek istemez kimse. Ölülerin oldukları yerde kalmalarını, gittikleri yerde rahat olmalarını istediğimizdendir bu körlük belki de. Ancak ben onların dansını gördüm. Ütopik bir kardeşlik ve barış vardı o dansta. Mezarlıkları gece dolaşmaktan korkar mısın? Ben korkardım, şimdilerde korkum daha bir somut. Bana sahip olmadığım bir şeyi anımsatıyor.

En son gördüğümde onu, karmaşık ayak hareketleriyle benden uzaklaşıyordu. Hem eğlenerek hem de üzülerek izledim. Ölü olan hangimizdi bilmiyorum; ancak farkında olduğum bir şey vardı ki ben dans etmiyordum.

Evvelsi gün evin önüne gelen kedi ile bir muhabbetim oldu. Ona verandaya çok fazla başka kedi kabul ediyor diye kızdım biraz. Bir de utanmazca birbirlerine sokulup muhteşem sevgi gösterilerinde bulunuyorlardı nispet yaparmışcasına. Ne diyeyim, onların bu düşüncesizliğine biraz kırıldım. O ise umursamadığını söyledi. Kediler böyledir; ağızlarına geleni söylerler, sonra da hiçbir şey olmamışcasına patilerini yalarlar. Komşuluğumuzun sarsılmazlığına güveniyordu.

Kediye tekmeyi basmaya çalıştım, ustaca hamlemi savuşturdu ve koşarak uzaklaştı. Ertesi gün yine geldiğinde onu severken buldum kendimi. Sanırım komşuluğumuzda cidden sarsılmaz bir şey var. Şanslı bir kiracıyım sanırım.

---------------------------------

Herhalde bu günlük bu kadar yeter. Artık yatağıma uzanıp bir şeyler okuma vaktidir. Malesef şu sıralar şiir çıkartamıyorum. Aslında duygu bakımından pek bir doluyum ancak olmuyor işte. Bakalım bakalım, bir yerden patlayacak ya, göreceğiz.

Haden.


Art by Wicked-Juggalo-Girl @Deviant Art

24 Ekim 2009

Eh, Kişi, sana güçten bahsedeceğim.

Güçlü olmak dedikleri şeyin aslında pes etmekten gelmesi çok tuhaf. Çırpınmak, isyan etmek, inatla aksi için uğraşmayı bırakıp kendini akıntıya bırakmak; hastalık söz konusu olduğunda güçlü olmak anlamına geliyor bir anda.

Öte yandan, bunun işi kolaylaştırdığı su götürmez bir gerçek. Başına gelenleri, zayıflığını ve eksikliğini kabul etmek; sana kolaylık sağlıyor. Bunların sana acı vermesine engel oluyorsun böylece. Bu zorluklar kişiye güçlü olmayı değil, zayıflığı taşıyabilmeyi öğretiyor.

İyi de ben zaten öğrenmiştim bunları? O zaman?

Demek ki bir denge değilmiş. Yani, hiçbir ilahi varlık "bu çok çekti, artık bunun derdi olmasın; her ne kadar biyolojik olarak bir ton sebep olsa da" demiyor.

Demek ki bu sene, bir şeyler öğrenmek ve düşünüş yapımı tekrar gözden geçirmem gerekiyor.

Üzülmüyor değilim doğrusu. Yapmayı çok sevdiğim bazı şeyleri bir daha yapamama fikri deşiyor bir yerlerimi. Dans etmek misal. Ancak bu sene tadını çıkartmaya başlamıştım (Bir Götleğin sayesinde, doğrusu).

Daha da kötüsü, her erkeğin içinde tohumu bulunan ve benim de bir zamanlar bol bol sulayıp serpilmesine yardımcı olduğum, fakat sonrasında kökleyip bir kenara attığım "layık olamama" kompleksinin içimi tekrar sarmak için pusuya yattığını biliyorum. Bu da aklımda çözmem gereken şeylerden birisi.

Gülüyorum. Geçen birkaç sene içinde sürekli sanki ömrüm kısaymış da zamansız bir ölüm yaşamaktan korkuyormuş gibi devamlı bir şeyler yapmaya çalıştım. Yapmadıklarımın yanında, aslında birçok değişik şey yaşadım. Şimdi bu yeni tehditlerin gölgesinde, nasıl da haklıymışım acele etmekte diyorum. Aferim lan geçmiş ben, gözüme girdin valla.

Gülerek devam ediyorum. Bu Bok Çukuru beyefendi, inatla hâlâ çok seviyor.

Saat 3:00'e koşuyor. Benim üstüme ise vıcık vıcık bir yorgunluk çöktü. Artık uyuma vaktidir.

HADEN!

22 Ekim 2009

Ne zaman gittin, Kişi? Görmedim seni.

Uçaktan atlarken unuttum sanırım. Galiba özledim.

Bu sözler sana asıllarını anımsatır mı bilmem. Asılları daha güzel ama. Dinleyesim geldi bak o parçayı.

---------------------

"Gerzek misin sen? Neden gülümsüyorsun?"

Yüzü düştü karşıdakinin, bir çatlama sesi geli. Yere baktık beraber, kırılmıştı.

Başımı kaldırdım, o kaldırmadı. Kafasının üstünü görüyorum. Hâlâ yerdeki kırıklara bakıyor. Kaldırsa ya başını, baksa ya bana, görsem ya aslını!

Yavaş yavaş kalkan baş, bir ömrün gözler önünden geçmesi gibi ağırdı. Çok ağırdı. Ağır bir görüntü bu. Hevesle bekledim.

Gerilmiş dudaklar, kasılmış elmacık kasları, uzanıp kulaklara tutunmuş maymun gibi sallanan bir ağız. Kurukafa gibi sırıtıyordu.

"Bende bunlardan çok var." dedi.

Altedilmiştim. Korkuyorum.

-----------------------------------------

Biri küçük not defterimi okumak istedi. Önce neden olmasın diye düşündüm. Yazılanlar elbet okunacaktır. Üstelik not defterinde utandığım bir fikir yok. Utandığım bir fikrim yok. Öte yandan benim yazdıklarımdan ona ne? Yazdıklarımı başkalarına gösterirken en çok karşılaştığım şey, yazdıklarımdan yola çıkarak beni ya da anlatmaya çalıştığım şeyi çok iyi anladıklarını düşünmeleridir insanların. Değil ancak. Bu, imkânsız bir şeydir.

Sen, ancak bana anlam yükleyebilirsin. Peki ben o anlamdan ne kadar sorumluyum? Benim birazcık da olsa o anlamı yaşatma yükümlülüğüm var mı? Kendi üstüme yapıştırılan anlamlar üzerinde bir kontrolüm yok, ancak bana bildirilen kadarını kabul etme ya da etmeme hakkına sahip miyim değil miyim?

Soru sormak en iyi yaptığım şeylerden birisi sanırım. Şayet bu soruların her birine günün ve gecenin değişik zamanlarında farklı yanıtlar vereceğimi biliyorum. Kâh egoist bir yapı ile savunmacı bir tavır takınırım, kâh özverili bir şekilde ılımlılığın dibine vururum. Çelişkilerin insanıyım, ancak bunların her birini sana yansıtmadığım için beni yadırgamamalısın. Yadırgadığını da sanmıyorum gerçi, sen tanımadığım kadarıyla hoş birisisin. Tanımadığım kısmını hoşlukla doldurmak ise benim insiyatifim ve insan severliğimdir. Al sana ılımlılık.

Öte yandan, hayatım boyu (22 sene, çeyrekten biraz fazla bir ömür) karşılaştığım insanların genelde ya iyi niyetli ya da tuhaf insanlar olmalarından ötürü olsa gerek, ben herkesi ilk seferinde iyi bilirim. Bunun çok sıkıntısını çekmeye başladım. Bu iyi bilme işini, aktiflikten pasifliğe çekip ilk izlenimlerde yapay da olsa güvenmez bir tavır takınmakta aslında fayda var.

------------------------------------

Hastanede bir adam. Sedyeye uzanmış, boyazına kadar beyaz bir çarşafla örtülü. Ben oraya vardığımda bir hastabakıcı getirip, büfenin yanında duvarın dibine bırakmıştı. Ben yaklaşık yedi saat kadar hastanede bekledim. O adam yedi saat boyu oradaydı. Kimse ile konuşmadı. Tavana baktı, uyudu, kıpırdamadı. İşkence resmen.

Bir ara neredeyse gidip bir muhabbet başlatacaktım. Ancak sonra kendimi tuttum. Neden tuttum kendimi? Belki de adam için çok iyi bir şey olacaktı. Şimdi pişmanım. Unutamadım adamın halini. Bir daha öyle birisi görürsem, gidip konuşacağım. Hastanelerde tanıştığın insanlardan genelde iç açıcı hikayeler duymuyorsun gerçi... Adam çok dertli çıkar, anlatır da anlatır, ben bunalır ancak nezaketen kaçamam falan. Gerçekçi olmak gerekirse, içimde bu durumdan usanacak bir Mete mevcut. Çelişkili duygular içindeyim bu konuda, gördüğün gibi.

-------------------------------------------

Yine fazla yazdım sanırım.

HADEN!

21 Ekim 2009

KİŞİ!

Beni parçalanmadan evvelki halimle hatırla. Ayrıca şu anda pek uykusuzum, rüyamda bana yardım edersen pek sevinirim.

Bana bu uykulu halimde yardım eden şahane insana selamlar!

Öldüm ben, HADEN!

18 Ekim 2009

sarı manyetik ışıklarda gölge oyunları

kuş yapıp kanat çırpmaya çalıştım

parmaklarım kırıldı


Art by Aktass @ DeviantArt

14 Ekim 2009


Ne dersin, Kişi, sesim geliyor mu sana?

Hayalcilik boş ama hoş şey. Aklını başından alır ve oturduğun yerden yapılacak en güzel şeylerden biridir.

Kitapta idealist, karizmatik lideri öldüren kişi fakirlikten ve çektiklerinden ötürü o lidere karşı öfke duyan birisi. O lideri, lüks düşkünlerinin timsali olarak sayıyordu. Ancak onu öldürdüğünde bu duygusal insan bir o kadar da dehşete düştü. Çünkü insan öldürmenin idealizmle bir alakası yoktur. İnsan öldürmek, üzücüden başka bir şey değildir. Öte yandan kendi iyiliğini bastırmak için bilhassa kötülük yapan soğuk kanlı düşünür bu cinayeti neredeyse eğlenerek karşıladı. Düşünürün hayat felsefesi onun bu durumu, bu deneyimi ilginç bulmasını sağlıyordu. Ölüyü ilgiyle inceledi, gözlemledi ve onu okuduğu oyunlardaki kelimelerle betimledi. Cesedin katılaşmaya başlayan bedenini kauçuktan bir oyuncağa benzetti. İnsan aklı her şeyi kaldırabilir aslında. Bakış açısı!

Sonra neden bilmiyorum, aklıma Otostopçunun Galaksi Rehberi geldi. Dünyanın yok oluşu... Dünyanın yok olacağı gün, kitabın başkahramanı Arthur'un evini yıkmak için buldozerlerle gelirler. Evin olduğu yerden bir otoban geçecekti, yıkılması gerekiyordu. Arthur bu duruma karşı çıkarken arkadaşı ve aslında bir uzaylı olan Ford gelip onu bara götürüyor. Tam yirmi dakika içinde dünya yok olacaktır, bol bol alkol ve tuz alıp (otostopun etkilerini azaltıyor), gelecek dev uzay mekiklerine otostop çekmek için hazır olmalıydılar.

Ancak komik olan bu değil. Komik olan dünyanın yok olacak olmasıdır. Çünkü dünyanın dev uzay gemilerince yok edilme sebebi, uzayda yapılacak olan bir otobanın yolu üstünde oluşuydu. Yazarın yeteneğine bak. Bu durum bana çok komik gelir hep. Dev uygarlığımızın bir galaksilerarası otoban inşaatı sebebiyle tek seferde löp diye yok edilmesi. Bunları duymuş olmasına rağmen Arthur'un yıkılmak üzere olan evini korumaya çalışması da ayrı bir komedi. Arthur'un evi de aynı sebepten yıkılıyordu.

Bir kitaptaki cinayet sahnesinden sonra bunun aklıma gelmesine bir açıklama getiremiyorum. Ancak bir ara şu Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni orijinal dilinde okumak istiyorum. Bir ara. Evet. Bir ara.

Hm, kaç gündür de film izleyemiyorum. Yarın biraz ona vakit ayıracağım. Beden zayıf düştü, bari aklı ve yaratıcılığımı meşgul tutayım. Yine oturup sudoku çözmeye başladım. Nasıl da paslanmışım ama, kolay olanları bile 8 dakikadan aşağı çözemiyorum. Düzeleceğim düzeleceğim.

Diyeceksin, zeki olarak eline ne geçecek? Ne bileyim be, belki yeterince zekileşirsem buna cevap verebilirim. Akıl oyunlarını özledim biraz. Ne zamandır aklım ya bir kızda mahmur ya çektiğim acıda zavallı ya geleceğimle evham dolu ya da internetteki bilgi çöplüğünde yüzer haldeydi. Uyuştum be.

Yedi anahtarın koruyucusuna sormak gerek hiç o kapıları açmak istemedi mi? Anahtar deyince aklıma Yerdeniz Büyücüsü'ndeki anahtarlara bakan büyücü geldi. Akademinin en yaşlı ve güçlü büyücüsüydü ancak tek yaptığı anahtarlara bakmaktı. O kitapları şimdi okusam çok farklı anlamlar çıkartırım ha. Yapmalı aslında.

Londra'da 50 kişiye tek bir soru soruyorlar. Yarın uyandığında nerede olmak istersin? Çok değişik cevaplar geliyor, bazı cevaplarsa çok sıradan. Ancak, yapılan şey ilginç geldi bana. Kıbrıs Şehitleri'ne gidip aynısını yapmak gerek aslında. Çok ilginç cevaplar çıkar aslında. Tamam, bir gün bunu yapacağım. Herhalde bana katılacak bir iki deli rahat bulurum.

Yeter bu kadar yazdığım. Haden görüşürüz.

Art by crack-32 @DeviantArt

11 Ekim 2009

Adam geldi bana yine Türkiye'yi motorla gezmekten bahsetti.

Bu sefer gerçekten düşündüm. Acımın, ağrımın kaynağından kurtulayım; yine kendi ayaklarımın üstünde durup güçleneyim. İşte o zaman eğer hâlâ gönüllü olursa o adamla bu deliliği yapacağım. Yazdıklarım ise buraya yansıyacak. Yaşadıklarımı yazacağım. Ve düşüneceğim, şu dikkatimi dağıtan etmenler gittiğinde oturup etraflıca düşüneceğim. Elbet aklımın esnekliği geri gelir zamanla. Kaybettiğim kasları geri kazanırım.

Kaç sefer oldu buraya yazmaya niyetlendim; ancak yazarken yine kendime çok acıdığımı ve elle tutulur bir düşünceden yoksun sadece serzenişlerden ibaret şeyler yazdığımı fark edince vazgeçmiştim.

Hmm, bu arada hep merak etmişimdir. Şu windows media playerın shuffle modu hangi prensibe göre çalışıyor. Çünkü atlamama rağmen kaçtır inatla aynı parçalara dönüyor shuffle modu. Belki de programı her başlatışımda çalmak üzere sabit bir gelişigüzel liste yapıyor.

Derken bir otoriteden öğrendiğime göre iş tamamen programı yazan kişiye kalmış. Genelde algoritmik bir işlemmiş. Matematik!

Ben ermiş olayım lan bu kadar çektikten sonra. Bazen lanet ediyorum da, ancak sonra belki de gelecekteki ben olabilmem için gerekli bunlar diye avunuyorum. Zoraki fedakârlıklar. En azından dengesizliklerim için sağlam bahanelerim oluyor. Küçükken öyleydi. Bir tuhaflık, bir duygusal dengesizliğim olunca hep geçirdiğim hastalığı bahane gösterirlerdi. Hep o hastalık, hep o hastalık. Yaptıklarımın ağırlığını taşımayan birisiydim. Ne sorumsuzluğumun, ne de başka türlü şımarıklıklarımın.

Saat 01:04, yatmak istiyorum ancak istemiyorum da. Artık beklememe gerek yok, ancak yarın nasıl olacağımdan korkuyorum. Dileğim, yarını gamsız ve nispeten ağrısız, en önemlisi herhangi bir uyuşma olmadan atlatmam. Bunun bedeli uykusuzluksa, uykusuzlık olsun. Gördüğün üzere, tuhaf inançlar geliştirmeye başladım. Bir de batıl inançlar nereden çıkar diye sorarlar.

İstedikleri kadar rahat koltuklar getirsinler, hiçbir şey şu bağdaş kurmanın yerini tutmuyor ya.

Bugün gidip bir yığın tükenmez kalem alıp evin, arabanın, çantanın muhtelif yerlerine koydum. Hadi bakalım, şimdi kolaysa kalemsiz kalayım!

Saçı sakalı birbirine karışmış bir adam bana yeğenim dedi ve kendisinin bizim bir aile dostumuz olduğunu söyleyip durdu. Eğlenerek izledim adamı. Ara ara anlayamayacağı derecede alaycı cevaplar verdim, biraz göt ettim zavallı adamı. Cahil kişi, fark ettiyse dahi bulunduğumuz yer babamın sahibi olduğu iş mekânı olduğundan cevap vermedi. Tasmasını saldığımda hiper derecede bir egom var. Bazen mütevazılığımın sahte olduğunu düşünüyorum; ancak aslolan eylemdir değil mi? Hem böylesi yoğun bir kendini üstün görme hissinin bir yanılsama olduğunu biliyorum. Çok tatlı, sıcak, güven verici bir yanılsama; ancak yine de bir yanılsama. Ancak, doğrusu altıma verdikleri araba, elimin altındaki olanaklar, cüzdanımın şişkinliği ve çevremde benim kadar okumuş ancak sayılı insanın olması bu egoyu bastırmamda pek yardımcı olmuyor. Biri beni göt ettiğinde hoşuma gidiyor o yüzden; diyorum ki "Aha, al işte, oh olsun!"

Sanırım iş yerine bu kadar sık gitmemeliyim. Çirkin bir yüzüm ortaya çıkıyor.

Bu arada, artık amelyat olmaktan kaçınmayacağım. Hatta ilk fırsatta olmak istiyorum diyebilirim.

Günlük yazmaya ara vereceğim. Tüm yazı motivasyonum oraya gidiyormuş gibi geliyor. İnsanın içinde birikmesi lazım bir şeylerin ki sonunda şişip yoğun bir şekilde ifade edilmek istesinler de ben edebi bir şeyler yazayım. Psikolojik olarak rahatız olmam lazım, bir diğer değişle. Ha, en son ihtiyacım olan psikolojik rahatsızlık belki, lâkin ben bu yazısızlıktan rahatsız oluyorum artık.

Neyse işte, gideyim artık. Haden.

05 Ekim 2009

Mekanik işleyen fikrin bitkisel uğraşı sen

Bir ağaç, bir sarmaşık

Taş duvarlı taş ev başım

Senin böceklerinin işgâli altında

Art by stepskivuk @ DeviantArt

30 Eylül 2009

Şu gördüğün her şey senindir, Kişi.

Mavi gök var ya hani, senindir.
Koktuğun çiçeğin rengi, rahiyası
Hatta denizin tuzu, dalgası, senindir.
Elmasın parıltısı, kuşun şakıması,
Elmanın tatlısı, güneşin ısısı,
Gördüğün, duyduğun, dokunduğun...
Hayatına aldığın tüm bunlar senin iken
Ben kime aitim sandın a tanem?
Yukarıdaki şiirimsimsinin ne anlamı var diyeceksin bana. Bu adam durduk yere neden bayık aşk dizeleri yazmaya başladı? Bayık olabileceği konusunda sana katılabileceğim gibi (kelime seçimleri biraz sıradan ve kıvrak düşünceden yoksun, ne dersin?) bunun illa ki bir aşk şiiri olmayacağını sana savunabilirim.

Bir dönem, bir çevirmen olarak oturmuş düşünüyordum. Çevirdiğim şey benim kaynak metni yorumlamam ve onu kendi kelime seçimlerimle bir nevi yeni baştan yazmamdı. Telif hakları yasasına göre çevirmen, yaptığı çevirinin eser sahibidir. Yorumun telif hakkı, yorumcuya aittir. Bu arada yasa sadece örnek vermek içindi, bu düşünce zincirinin başlangıcı o yasa değil.

Yorum, yorumcuya aittir.

Aklıma şu geldi: Gördüğümüz ve işittiğimiz hiçbir şey, bizim onları algıladığımız aynı şeklinde diğerleri tarafından algılanmıyor. Renkler tartışılmaz. Kiminin yeşili, kiminin mavisidir. Ortada bir yorum söz konusu. Bir kaynaktan bir ereğe giden yolda, materyal beynin süzgecinden geçiyor. Beyin, kaynak materyali kendisinin anlayacağı bir forma çeviriyor.

Sanırım nereye varacağımı kestiriyorsun. Evet, bu mantıkla, algıladığımız her şeyin üstünde bir hakkımız var. Soyut bir hak belki ve yasal olarak kabul görecek bir şey değil (herhalde yasal olsa tüm sistem çökerdi); ancak bu kendi nezdimizde ve öznelliğimizde onlara sahip olduğumuz neticesini değiştirmiyor.

Her şey ve herkes benimdir, ben herkesinimdir. Algıda seçiciliğe dikkat. Aslında oldukça barışçıl bir düşünce oldu.

Tam ve açıksız bir fikir olmadığını düşünüyorum; ancak etraflıca düşünebileceğimden de emin değilim. Belki ileriki bir tarihte, bu yazıyı tekrar okuduğumda.

Bu eski bir fikirdi aslında. Nerden geldi aklıma? Bir şarkıda "I'm yours." diyordu, oradan hatırladım.

Bu kadar yeter herhalde. Bu aralar çok aksiyim. Bu öfkemin neye dayandığından emin değilim. Zaten beynim kanatlanıp uçtu gibi.

Haden.

Art by dkirbyj and vitaminChazz @ DeviantArt

26 Eylül 2009

Dinin, mitolojinin konuları olmasaydı günümüz sanatı bu kadar gelişebilir miydi diye merak ediyorum. Biraz da arz&talep meselesi tabi ki.

Diğer merak ettiğim konu, acaba İslamiyette resim günah sayılmasaydı günümüz resim ve heykel sanatı farklı bir yerde olur muydu? Öyle bir şey olsaydı, günümüz İslam toplumları farklı bir yerde olur muydu?

Dün Londra Milli Galerisi'ni gezerken aklımdan bunlar geçti. Çünkü bir dönemin en ünlü eserlerini ya din betimlemeleri ya da aristokrasinin talebi üzerine yapılan portreler, manzara resimleri oluşturuyor. Bundan başka siyasetin de etkisi var.

Ha, ressamların sadece kendi insiyatifleri doğrultusunda yaptıkları resimler de var elbet, fakat diğer konulara kıyasla sayıca az kalıyorlar.

Eh, dün o kadar resim dolaştığım sebebiyle olsa gerek, rüyamda yine aynı galerideydim. Yardımsever dünya vatandaşı ben, çerçevesi yamuk duran bir resmi görevlilerden birine bildiriyorum.

Kadının biri geliyor, zincirle duvara monteli resmi bir eliyle iterken resmin arkasında bir şeylerle oynamaya çalışıyor. Ben diyorum yardım edeyim, lütfen diyor, devasa resmi tutuyorum.

Ben tutarken bu kadın cebinden bir çakmak çıkartıp çerçevenin altına tutmaya başladı. Dedim n'apıyorsun? Hiç oralı olmadı. Resmi oynatmaya çalıştım, kurtaramadım. Arka tarafa yardım etmeleri için seslendim, bir bakmışım ışıkları kapatmışlar kapıları kitlemişler gitmişler.

Madem durum bu, duruma el atmalı, kadını dürttüm. Kadın olduğu gibi yere yığıldı sanki bir heykel. Yüzünden sabitlenmiş deli bir gülümseme, elinde ise hâlâ yanan çakmak. Buradan kaçıp gitmeli diye düşündüm, kadını sürükleye sürükleye odanın köşesine bıraktım; bir bez alıp resmin çerçevesindeki parmak izlerimi sildim. Sonra uyandım.

Biraz tuhaftı.

24 Eylül 2009

Londra'nın gözü mü çıktı canım?!

Pek sayılmaz. Bugün o dönme dolaba bindim. Güzel bir manzaraydı. Doğrusu Londra'yı tepeden, elimde harita ile kıyaslayarak inceledikten sonra artık kaybolacağımı hiç sanmıyorum. Fakat kent sandığımdan çok daha dolu doluymuş. Gez gez bitmiyor. Gezilesi belli başlı mekanlarda saatler geçiyor; ve üstelik her yer saat 17'de kapanıyor ve ben evden en erken 12'de çıkabiliyorum.

Fena kent değil ya, oldukça canlı, heyecanlı. Bugün metrodan çıkarken arkadan polisin biri "Açılın, çekilin yoldan!" diye bağırıyordu. Çekilince bir baktık dört polis bir kadını kelepçelemiş, yaka paça götürüyor. Heyecana gel. Acaba ne yaptı kadın.


Bakalım bugün çektiklerimden daha iyi fotolar çekecek miyim ileriki günlerde. Madam Tuso'ya gittim çünkü ve tek başına delirmemin bir sebebi olarak önüme gelen insanı çevirip abuk sabuk fotoğraflarımı çektirttim. Madam Tuso'ya bir arkadaşla girmeliymiş, onu öğrendim. En az senin kadar deli bir arkadaş, ancak o zaman çok eğlenceli olur. Yanlış anlamayasın, bugün de eğlendim.

Hyde Park'ta uzun uzun oturrabilmek isterdim, eğer ki kıçım nemli toprak sağ olsun rutubet almasaydı.

Haden.

23 Eylül 2009

Bazı meraklardan vazgeçemiyor insan, Kişi.


Neden vazgeçsin ki hem? Bugün British Museum'un karşısında bir dükkan gördüm. Vitrininde birkaç çizgi romanın kahramanları seçilebiliyordu. Yakınına gidince bunun bir çizgi roman dükkanı olduğunu anladım. İçeri girince yüzümdeki şaşkınlık ifadesi yerini koca bir gülümsemeye bıraktı.

Tıpkı filmlerden, okuduğum çizgi romanlardan, oradan buradan bildiğim gibi bir çizgi roman dükkanıydı bu. Tüm duvarlar yüzlerce cizgi romanla doluydu. Rengarenk, her tarafta her konudan her yaşa hitaben materyaller. Rafların tepesinde çok eski bazı çizgi romanların kapaklarını görebiliyordun çerçevelenmiş bir halde.

Dolandım biraz, küçük bir dükkandı. Sonra aşağı inen merdiveni vark ettim, çok dar bir dönen merdivendi. İnince aşağı bu sefer kendimi bir manga cennetinde buldum. Kİmi okuduğum kimiyse ismini duyduğum yüzlerce manga serisi. Uzunca bir süremi bu mangaları karıştırarak geçirdim.

Böylesi bir çizgi roman sever olduğumu kendim de bilmiyordum doğrusu. Aslında şaşılacak bir şey değil. Benim yaşlarımdakilerin bir zamanlar sarmış olması çok olası bir merak bu çizgiromanlar. Bence şimdiki çocuklar bu bakımdan biraz şanssız. Bizler efsane çizgiromanların ilk çıktığı zamanları gördük, onları takip ettik. Sonraları bu alışkanlığımızla mangalar okuyabildik (sadece bazılarımız.)

Gerçi tipik Amerikan çizgi romanlarından pek hazzetmiyorum. Ancak çizgi roman deyince akla illa ki bunlar gelmemeli zaten. Orada, raflarda, tipik Amerikanlardan sayılmayacak çok önemli çizgi romanlar var. Bugün, çok başarılı romanların kapsadığı konu ve hisleri çok farklı bir etkililikle başarılı bir şekilde anlatan birçok çizgi roman sayabilirim sana.

Şİmdi soruyorum kendime, neden o dükkanın fotoğrafını çekmedim ki ben? Sık sık yanımda fotoğraf makinesi taşıdığımı unutuyorum.

Bugün de bol bol yürüdüm. British Museum'a gittim ve orayı gezmek için apayrı bir güne ihtiyacım olduğunu anladım. Malesef bu seferki ziyaretimde bunu gerçekleştiremeyeceğim. Belki bir sonrakinde. Yarın ise National Gallery'e gideceğim. Muhtemelen orası için de aynı şey olacak. Çok şeyi ard arda sıkıştırmaya çalışıyorum. Bir de yanımdakileri gereğinden fazla oradan oraya sürüklemek istemiyorum. Beni misafir bellediler diye kendilerini çok hırpalıyorlar. Onlara nasıl anlatırım bilmiyorum, beni gezdirmekle yükümlü olmadıklarını.

Eh, yapacak bir şey yok. Kendi kendilerine çektiriyorlar.

Haden, görüşürüz.

22 Eylül 2009

Penceremde çayır çimen kokusu, Kişi.

İngiltere'deyim. Londra. Çeşit çeşit yüz, istediğimden de fazla İngiliz aksanı, kalabalık capcanlı dopdolu sokaklar...

Camden Market'e gittim, daha sonra ise merkezde dolaştım. Tüm bu süre boyunca İngiliz aksanında söylenilen her kelimeyi yüksek sesle taklit etmek istedim. Kaç defa bağırmak istedim "I'm na fokin her!" diye, anlatamam. Ilgın'ın kulakları çınlasın.

Bu arada Londra halkı hakkındaki ilk izlenimlerim, onların oldukça sevecen ve yardımsever oldukları taraflarındadır. Kime yön, yol, yordam sorsam yardımcı oldu. Beşinden ikisi esprili çıktı. Falan filan fıstık işte. Tek bir günün deneyimiyle sonuca varmamalı belki de. Yine de fena bir yer değil.

Ve iki gündür hava güneşli. Bu aylarda böylemiş. İngiltere'nin o gelişigüzel, tuhaf yağmuruna yakalanmadım daha yani. Hevesle (!) bekliyorum.


Ve şu metro işi oldukça karmaşık. Fakat sanırım az çok anladım. İlk gün için şaşılacak bir şey değil bu kafa karışıklığı. Üstelik tüm bu süre zarfı boyunca Ece ve Sinem ile birlikteydim. Yani problem çözmek için uğraşmam gerekmedi, hep onlar yönlendirdiler beni. Yanımda yol gösteren birileri varken nereye gittiğime ya da nasıl gittiğime pek dikkat etmiyorum. Yalnız onlar da Londra'da yeni sayılırlar, o yüzden bazen hep birlikte kafa yormamız gerekti.

Ayrıntılara girmeyeceğim. Yarın vaktimi biraz müze falan gezmeye ayıracağım. Bir de Soho'nun dükkanlarına bir göz atarım belki ;) Bugün pek dolaşamadım sokakları dilediğimce.

Şimdi, biraz düşünceden bahsedeyim.

Bir zamanlar bir etkileşime inanırdım. Duyguların fikirleri değiştirdiği gibi fikirlerin de duyguları değiştirdiğini düşünürdüm. Bir duruma düşünsel yaklaşımınız ne hissedeceğinizi belirleyebilir. Ya da ani bir duygu yoğunluğu tüm aklınızı başınızdan götürebilir ve bir konu hakkındaki fikirlerinizin ne şekilde olacağını belirleyebilir. Bu çok hızlı oluyor, duygular ateş gibi. Öte yandan düşünce şeklinizde zaten var olan hislerinizi ya da hissizliğinizi değiştirebilirsiniz fakat bu çok daha uzun süren bir şey. İnsan bu ikincisini yapacak sabıra ve zihinsel disipline sahip oldu mu sanırım aşamayacağı çok az engel kalır.

Buna inanırdım. Fakat şimdilerde bunun biraz ütopik olduğunu düşünüyorum. Ya da eskisi kadar sabırlı ve iradeli olmadığımdan ve dolayısıyla da bunu bahsettiğim aklın duyguları şekillendirmesi/yönlendirmesi işini beceremediğimden artık bu düşünceyi takip etmeyi bıraktım diyelim.

Yeter bu kadar yazı sanırım. Burada saat 00:49. Türkiye'de olsam 02:49 olurdu. Eh, Türkiye'deyken saat 3'te 4'te yatmaya alışmış olmam burada işime yaradı. Geç yatma alışkanlığımın bu şekilde işime yarayacağı aklıma gelmezdi.

Şimdi, bu yazıya bir iki foto ekleyip bitireyim.

Haden.

19 Eylül 2009

Uzundur çember fikrimden ketum geceler.

Battı balık yan gider misali madem bu saate kadar durdum, bari bloga bir şeyler yazayım dedim.

Bu kadar.

'Bu, şiirin sonudur.'

16 Eylül 2009

Aay ay, Kişi, bak ne anlatacağım.

Şu internet pek kötü kaç gündür. Sanki bana "Bırak artık, girmeye çalışma aynı siteye tekrar tekrar. Pes et, kalk git dolaş" diyordu. Öyle de yaptım. İyi oldu.

Kişinin okuduğu, izlediği, dinlediği her şey bir şekilde hafızaya kaydoluyor ve biz fark etmesek de asla silinmiyorsa; bu durumda aklımıza soktuğumuz bilgi, görüntü ve seslere özen göstermemiz gerekmez mi? Misal, okunacaksa eğer kaliteli yazın okumalı, gerçekten sevdiğin iyi müzik dinlemeli, seni düşündürecek şeyler izlemelisin. Düşünsel derinliğini artırmak ve anlayış, kavrayış ve yaratışını güçlendirmek istiyorsan bunlara dikkat etmeli.

Öte yandan çok derin olmak yaşama bakımından ne kadar pratik? İnsanların büyük bir çoğunluğu bu konulara özen göstermiyor. Çoğumuzun okumadığı, okusa da eleştirmediği ya da fikrini paylaşmaktan kaçındığını göz önüne alırsak; birimiz kendini aşıp da düşünsel bakımdan birkaç adım öteye geçtiği takdirde doğrusu toplumda kendisine yer bulmakta zorlanacağını düşünüyorum. Hem fikrinle çok ileriye gidip hem de gerektiğinde diğerlerinin seviyesine inebilmek mümkün mü?

Bu son soruyu Ters Tepki'ye taşıyacağım.

Diyeceğim o ki, sığ kalarak yaşamak daha kolay sanki. Ama bir defa ötesini tadınca, huzursuz olmaya başlıyorsun.

Başka başka... Beynim durdu yine. Bir saatten sonra blog yazmak pek olmuyor sanırım.

Neyse işte, görüşmek üzere.

13 Eylül 2009

Mekanik işleyen fikrin bitkisel uğraşı

Bir ağaç bir sarmaşık

Taş duvarlı taş ev başım

Senin böceklerinin işgâli altında



-------------------------------------------------------------------------------------------------
P.S. The photo is from deviantart and has the label of it's creator on it.
However, I couldn't make up who is him/her.

Evet, biliyorum, bir daha şiirimsi koymayacağımı söylemiştim sana. Arada bir böyle kısa şeyleri koymakta bir sakınca görmüyorum. Herhalde bir dergiye yazı göndermeye karar versem daha uzun şiirimsilerden seçerdim.

Kişi, yağmurlu günler yazmak için ideal derler; inanma.

Yani, benim için değil en azından. Az evvel birkaç sav vardı aklımda, şimdi unuttum. Ama genel kanının doğru olmadığını söylemem yeterli olur herhalde. İnsanlar, dışarı çıkmadığın yağmurlu günlerde, sadece evde olduğun için oturup yazı yazmanın ideal olduğunu düşünüyorlar. DEĞİL! İnsanın içi daralıyor be!

Onun yerine kendimi ev işlerine verdim. Ampülleri değiştirdim, maktapla bir yerleri delip bişileri monte ettim falan. Böyle havalarda nedense daha bir şiddetli olan ağrıma rağmen yerimde durmak istemedim. Böylesi bir huzursuzluk akla zarar.

Her şey biribirine bağlı mı yoksa tamamen gelişigüzel mi? Olumlu Varoluşçuluk ve Abzürd Yokçuluk'un iki uç görüş olarak konu edinildiği filmi anlamak için çok kastım doğrusu. Filmin sonunda bu ikisinin ortası bir görüş, karakterlerin birinin 'aydınlanması' oluyor. Gerçekten de hep böyle olmuyor mu? Yani, az çok temel felsefi akımları biliyorum. Çatışılan birkaç ortak nokta dışında hepsinin kendilerince haklı oldukları noktalar var. Biraz ondan biraz bundan bu haklı noktaları kapınca ortaya karışık fakat düşe kalka da olsa işleyen bir şeyler çıkıyor. Uçlarda gezinmeye gerek yok.

Haden.

12 Eylül 2009

"Bu saç da nerden çıktı?"

dedim günün ilk cümlesi olarak, lavaboya bakarken. Uzun, açık kahverengi bir saç. Akan su ile giderde kayboluşunu izledim. Sonra bunun ilk cümlem olduğunu fark ettim. Gün içinde kurduğunuz ilk cümlenin farkına her zaman varamazsınız.

Dün geceyi düşündürdü bana. Anlık verilen kararların getirdikleri her zaman iyi anılar olmuştur. Bu altın sikkeyi de sandığımdaki diğerlerinin yanına koydum diyelim. Hatırlanası zamanlar. Ölüm anındaki uzun metrajlı filmimin sıkıcı olmaması için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Koca bir ömrü izlerken uyuyakalırsam kendime ayıp olur.

İkilemde olmak, ikilemin sana harcattığı vakit ve kaçan fırsatlar. İşte, düşünmeden verilen kararların güzelliği tamamen sizin olmasıdır. Kişiliğinizin farklı taraflarının çatışmasına mahal vermemiş oluyorsun. Bilinçaltından ortaya atılan fikri sorgusuz sualsiz kabul etmek bir nevi gerçek kişiliğinizin yansıması değil midir? Yine de korku önemli bir etken. Bir zamanlar buna dair bir roman okumuştum. Romanın bir bölümünde, korkaklığın insanı hayatta tutan şey olduğunu savunuyordu karakter, cesur olana tepeden bakarak. Haklılığı tartışılır. Duruma göre değişir aslında, her şey gibi.

Film dedim de, Inglorious Basterds isimli film cidden ona yetişmek için arabayla yapılan hıza ve ayrılan 3 saate fazlasıyla değdi. Elbet tek başıma izleseydim bu kadar zevk alamazdım. Filmin iyi sahnelerine yanımda oturan kişinin verdiği tepkilerin, benim verdiğim tepkileri gaza getirdiğini fark etmek ilginçti. Edilgen olmak hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı.

Hız demiştim bir de, abartıyorum şu son zamanlar. Normalde gideceğim yere ne zaman varacağımı iyi hesaplarım, ona göre çıkarım. Fakat ola ki planladığımdan geç çıkayım ya da yoldan sıkılayım ya da gece vakti uyku bastırmadan menzilime bir an önce varmak isteyeyim, gazı köklüyorum.

Ben fena bir sürücü değilim, yapamacağım şeyleri yapmam, büyük risklere girmem. Fakat hız yapmayı severim, motorun sesi bir zamanlar metal müziğin bende uyandırdıklarını hissettirir. Altımdaki araç da bu hızları, o virajları ve benim kullanım alışkanlıklarımı kaldırabiliyor.

Fakat ya bir lastik patlarsa? Hım, en azından heyecanlı olur. Ancak bunun korkusuyla yaşayacak değilim.

Ne diyecektim ben sana, Kişi? Aklımda bir fikirle başlamıştım bu yazıya halbuki.

Babamın gençliğinden bir fotoğrafı gördüm az evvel. Hacettepe Üniversitesi'nin merkez amfisinde (o zamanlar Yıldız Amfi derlermiş) diğerleri fotoya poz verirken benimkisi oturmuş gülümseyerek bir şeyler yazıyor. Çok tuhaf ya, babamı ben hep yaşlı biliyorum. Şimdi bakınca, dikkatimi üstünde toplayamıyorum onun. Fikrey Bey'i bir kişi olarak düşünemiyorum. Hayatlarının eski zamanlarına dair bu fotoğraf gibi kanıtları görünce, o kişinin sadece benim babam olmaktan ibaret olmadığını, bir geçmişi olan bir kişi olduğunun ayırdına varıyorum az biraz. Malesef bu geçici oluyor.

Harbi, ben neyden bahsedecektim?

Tıpır tıpır yağan yağmur iyi geldi. Islanmak güzeldi. Bu havada evde olmak pasif bir hoşnutluk veriyor olsa da bana, yağmurdan kaçar vaziyet dışarıda olduğum zamanlar aldığım zevki hatırlamadan edemiyorum. Bir an, keşke bu havaya dışarda, sokakta yakalansaydım diye düşünmedim değil. Gece vakti, ıslanan kaldırım taşlarından sokak lambalarının ışıkları yansıyacak.

"Hoşgeldin bebek!
Sana ilk ben söylemek istedim:
Öleceksin!"

desem doğan bebeğe ilk olarak. Çok acımasız belki fakat doğru olurdu. Annesi ağzıma sıçardı herhalde.

Ben hatırlayamadım gitti şu diyeceğimi. Yapacak bir şey yok, başka girdiye artık.

Haden, gittim ben.

09 Eylül 2009

KAÇ, KİŞİ; GELİYOR!

Mutluluğun değişimden geçtiğini söyleyen pek zeki takılan bir yazıyı okuduktan sonra yapmış olduğum değişikliğin nasıl da iyi geldiğini düşünüp ardından bu değişikliğin geçiciliğinin pek bir acı verdiğini fark etmedim değil hani. Yani, değişiklik kalıcılaşmadığı zaman ve sen eskiye döndüğünde elde sadece hatırlanası anılar kalıyor. Sonra sen an geliyor ve dolunaya karşı tek başına rakı içerken boş boş sulara uzaklara bakıyorsun. Tabi, o zamana kadar ciğerin kaldıysa.

Hem kendini koparmak hem de bağlanmak isteğinin sorumluluğunu çift kişiliğe ya da astroloji burçlarına ya da uzun boyunlu bir kediye yüklemek doğru değil.

Ben benden bir şeyler bekledim ben baktım baktım anlamadım ya da anladığımı sandım ama anlamadım ama aklımda bir şarkı çalıyordu o an ve çok alakasızdı ve anlayışıma etki ediyordu n'apayım? Suç şarkılarda belki de. Şarkı dinlemek güzel şey, söylemesi daha güzel ama. Var olan yeteneklerin zamanla yok olmasını neye bağlarım?


Yenilen yemekler iğrençleştikçe kilo alıyorum, beden sindirmek istemiyor sanki. Mide kaçıyor korkak mide. Mide ile bir çift laf etsem acaba kendisini satmaya ikna edebilir miyim. Ya da diğer organları? Kendilerini satacaklar. Organlarımın pezevengi olacağım. Bir geçici ölümü kendimi asarak tadabilirim, eminim geride muhteşem bir görüntü kalıyordur. Acaba arasam o görüntünün resmini yapacak bir manyak bulabilir miyim? Bir intiharım kendini şimdi belli etse intiharın sebebi korkaklık olurdu. Parlak gözler, yaşama korkusuyla kör. DUyulan şarkıları TÜrkçe'ye aynı etki ile çevirmeye çalışmak. İnsanların bu sözleri yer yer benim sanması ve benim gidip durumu açıklamam. Öte yandan İngilizce'sini de söylesem tanımayacaktı. Daha sonra ise kendime ait olanların aslında bana ait sayılmaması.

Yaşamak için bu kadar uğraşmışken, ölmek niye? Hem yazacak daha çok şey olsa gerek. Yani, umarım öyledir.

Çok uzağa gittiğimde, denizlerin ötesine, bir an durup düşünecek ve derin derin iç çekecek misin? Yapsan peki bunu ben hissedecek miyim? Ne saçmalıklardır belki de hissettiğini iddia etmek ve buna gerçekten inanmak, halbuki yaptığın sadece bilinçaltında olasılıkları hesaplamaktır ve sen bunun farkında bile değilsindir.

Yetsin mi bu kadar? Yetsin. Öte yandan iyi geldi gibi. Daha yazarım aslında. Acaba bu iş için ayrı bir blog mu açsam? Gerçi, normal düşüncelerimle bunları ayırmak zor olur sanırım. Bir jüri bulacağım. Jüri dedim de, pek okuyanım yok aslında. Bildiğim iki tane hanım var. Ya da sorun pek yorum yapılacak şeyler yazmamam. Ya da yorum yapmaktan çekiniliyor. Ya da yorum yapacak nitelikte okuyanım yok. Ya da ya da ya da ya da...

Aynı güne iki tane yazı yazarak diğerini öldürüyor muyum acep.

Köprüden atlayanlara selamlar!

Arts by ILIKESURREAL and creeps2002, respectively @ DeviantArt

08 Eylül 2009

Al işte.

Yalancı değilim, dün İstanbul'da kalmaktan bahsederken ciddiydim. Öte yandan yağmuru hesaba katmamıştım. Sonra başka şeyler de oldu olmadı, ben İzmir'e dönmek için yola koyulmuştum.

Yol uzundu, sıkıcıydı, kapalı ve bunaltıcıydı. İçtiğim kahvenin tadı yoktu. Yediğim sandviçi geri çıkartacaktım neredeyse... İzmir'deyim şimdi ama bilincimi kapı eşiğinde bıraktım.

Öte yandan buraya sana bunları anlatmak için gelmedim.

Üç madde: Cart yeşil göl, kırmızı güvercin ve yarım gülüşlü karizmatik bebek.

Minibüsle Esenler'e giderken, köprüden geçmeden evvel sağ tarafta bildiğin fıstık yeşili, sanki boyayla dolu bir gölet vardı. Aklıma ilk olarak radyoaktif olabileceği geldi. Bilirsin, yeşil göletler hep radyoaktif olurlar. Sonra bir göletin bu kadar nasıl kirlenebileceğini merak ettim. Ardındansa göletin etrafındaki canlı çimenlere ve gür ağaçlara bakarak göleti bir ressamın paletindeki yeşil rek boya olarak düşündüm; aslında o göleti bu ağaçları boyamak için kullanıyordu... Pis herif.


Soluk kırmızı bir kuş gördüm metro, Esenler otogarından kalkarken. Zapzayıf bişiydi. Mantıklı aklım bana manyağın teki tarafından boyaya batırılmış zavallı bir hayvan dedi. Ardından sadistçe tüyleri yolunup güneş altında yandığını düşünüp güldüm. Bunu Ilgın'la paylaşmak istedim. Günüme katabildiğim ilginçliği Ilgın'a ilan etmek istedim. Bak! Kırmızı bir kuş gördüm!

Ve son olarak yarım gülüşlü karizmatik bebek. Bizi uçacağa götürecek otobüse binmek için sıra beklerken, başörtülü annesinin omzunun üstünden bana bakıyordu normal bir şekilde. Maviler içinde olmasından, erkek olduğunu çıkardım. Bana bakınca otuziki dişimi gösterim sırıttım pişmiş kelle gibi. Bebek benim bu salak hareketime hiç tepki vermedi. Sonra dayanamayıp yapabildiğim en geniş şekilde gülümsedim. Ah, tanrım, bu bir gülümsedi bana... Bir bebekte böylesi bir yüz ifadesi nasıl olabilir? Yarım yarım gülümsedi, gözleri kısıldı, yapabilse tek kaşını kaldıracağından eminim. Ben orada öldüm bittim. Karşılıklı gülümseştik uzun uzun. Gözümden sakındım bir an. İçimden tuhaf sesler çıkartıp bebeği kahkahalara boğmak geldi. Fakat öyle yapsam annesi ne yapardı bilmiyorum. Günümün doruk noktası bu bebekti anlayacağın. Fotoğrafını çekebilseydim keşke. Ancak o an aklıma gelmiş olsaydı dahi, yapabileceğimden emin değilim.

Ah, Kişi, gelsen de şu ağrımı benden koparıp alsan... Bir his var, sanki önümüzdeki günler büyük hatalar yapmama gebeymiş gibi. Öte yandan bir gecenin hissini koca bir geleceğe yormamalı.

Gel, dans edelim bari.

Gerçi, tanrılar yalnız dans edermiş.

1st Art by alarie-tano @ DeviantArt
2nd Art by kiwigrass @ DeviantArt

Sonsuz ol diyemedim be Kişi.

'Ağacı da ihmal etmemeli;
Bir kere öldün mü dirilmenin
Sırrını öğrenirsin belki de'

demiş Cahit Sıtkı Tarancı, Etraf Konuşurlarken isimli tuhaf şiirinde. Adam eşyalara ve insan dışı cisimlere takmış şu sıralar okuduğum şiirlerinde.

Öldüm mü acaba? Dirildiğimi söyler miydim emin değilim. Fakat hâlâ yaşamayı tercih ettiğimden eminim. Yoksa burada olmazdım herhalde. Ya da biraz daha kalmayı düşünmezdim.

Bir gün daha geciktireceğim dönüşümü. Hâlâ evime dönüp durulmaya gönülsüzüm. Şu huzursuzluğumla ne yapacağım merak ediyorum. Ömür boyu gezip duramam ya. Ya da gezerim de, bana benim gibi yerinde duramayan birisi lazım. Gezenti bir kız bulayım kendime. Malı mülkü de kiraya veririm, kira geliri ile gezer dururum. Ne dersin, Kişi? Sen gelir misin benimle?

Bu arada genelde ölümden ve yalnızlıktan bahseden Tarancı, bir ara abazanlığın dibine vurmuş anladığım kadarıyla.

Diyor ki;

Kadın Göğsü

'Bir kadın göğsü başlarsa konuşmaya
En güzel deniz olur;
En sakin demiyorum.
Başın döner dalgasından.
Nereye gittiğini unutup
İntihar etmek istersin,
Baktıkça bu muhteşem denize.

Vapurdan atlayanlara selâm.'

Göğüslerin konuşmaya başlaması zaten çok ciddi bir durumdur. Şaka bir yana, bu muhteşem denize baktıkça intihar etmek istemek cidden şairane be. Sevdim bunu. Ve bu ortak bir vaka, her erkeğin başından geçiyor be.

Diyecek bir şeyim yok. Saat 2 oldu zaten, yatıp uyuyayım. Yarın anneanne kişisi gittiği yerden dönmeden toplanıp çıkarsam uzun süreli bir vedalaşma faslından yırtmış olurum. Zaten o yatmadan evvel görüşmeyecekmişiz gibi öpüşüp sarıştık. Yarınsa kahvaltıya bana pizza bırakacakmış... Kim demiş eskiler sağlıklı besleniyor diye. Sabah sabah pizza mı?! Öte yandan ona göre çok normalmiş. Sabah kahvaltısı gibi, dedi bana, içinde peynir var ekmek var sucuk var daha ne istiyorsun?

Bu mantığa verecek bir cevap bulamadım.

Bugün yürüyüşe çıktığımda yağmur çiseliyordu. Hava serindi, üstüme ceket almam gerekti. Sonbahar geldi be Kişi...

Haden, Kişi.

Vapurdan atlayanlara selâm!

Art by hakota and CasheeFoo, respectively and respectfully @ DeviantArt

07 Eylül 2009

Pervanesi dönüp duran rüzgâr türbininden gözlerimi alamıyorum, Kişi. Ne lanet bir şeymiş bu ya, sanırım delireceğim. Kahvaltı çatalı ile saldıracağım sonunda. İzmir'e deli gömleği ile döneceğim.

Pervane gibi döneceğim!

Şimdi, Kişi, günümü adım adım anlatmama meraklı değilsin, hm? Zaten benimle birlikte değil misin sen hep? Burada kendi kendime oyunlar oynuyorum.

Sondan başlayacağım. Aslında çok yaşlı olmayıp da müthiş yaşlanmış tatlı bir kadının evindeyim bu gece. Ufak tefek bu kadın, yanında kendimi dev gibi hissediyorum. Ona sarılırken canını acıtmaktan ölesiye çekiniyorum. Bütün gece anlattı da anlattı. Eve ilk geldiğimde sesi, uzun süre kimseyle konuşmamaktan dolayı kısılmıştı. Saçları ak ak olmuş, biraz kilo almıştı."

Bana en son 5 sene evvel geldiğimi söylereyerek sitem etti. Emin değilim doğrusu, ben iki sene evvel annemle birlikte geldiğimden emin gibiyim. Bir ara sormam gerek anneme. Cidden en son geleli 5 sene olduysa ben öleyim ya hayırsızlıktan...


Şimdi güne dair hislerim ve düşüncelerim. Doğrusu bu gün aklım kesinlikle yerinde değildi. Bugün çok sıkıcı bir adamdım, kendimden sıkıldım resmen. Kafamdaki sesleri konuşturmak için uğraştım, fakat pek bir çekingendiler. O yüzden zamanın çoğunda etrafıma bakındım, insanları dinledim, söylenilenlere cevap vermeye çalıştım fakat bunların hiçbirini aynı anda yapamadım. Üzgünüm, insanlar, bugün gerizekalıydım.

Yine de başıma değen soğuk su damlalarının, dik bir yokuşun, çikolatalı muffinin, bir boy aynasının, sıcak bir kestirmenin, şişman bir kadının, bileğe takılan kırmızı nazar boncuğunun, bir klik sesinin, denize atlayan insanların, yeşil bir bluzun, bir çift gözlüğün, köprüden geçen araçların, fincanın kenarından bir parmak telve çalınmasının, bir bakışmanın, izmire dair verilen sözlerin, aşılan boğazın, güzel bir omzun, esen rüzgarın ve otobüsün basamaklarına tırmanan iki çift ayağın imgeleri var gözümün önünde. Anlamları var bunların. Tüm bunlardan bir isim tamlaması yapmaya çalışsam becerir miyim acaba... Hmm...


Ve günün sonunda yine kendi başıma kaldığımda, dizginleri ele alma gereksinimi beni kendime getirdi diyebilirim. Dolana dolana oldu fakat yine de vardım menzilime!

Şimdilik bu kadar. Yarın boş vaktim olacak biraz. Herhalde bir şeyler daha yazarım.

Görüşmek üzere.

Foto 1 : volkanersoy @ DeviantArt

Foto 2 :antistarlykan @ DeviantArt