31 Aralık 2009


Yılbaşı gecesi blog yazan birisiyim, Kişi.

Diyceğim o ki gelen yıl pek güzel geçsin, harika harika her taraftan güzelliklerle kaplansın. Bu sene kadar uç noktalarda gezinmese de olur. Hoş şeyleri tadında yaşayalım, kötüler hafif ve unutması kolay olsun.

Ve Kişi, bu sene de benimle beraber ol. Gerek bu blogdan, gerek aklımın içinden, gerekse günlük hayatımdan eksik olmamanı dilerim. Varsın olsun bu sene hediye almayayım. Varsın olsun bu gece evimde kalmış olayım. Varsın olsun seni de belki evine kapatmış olayım böylesini istemesem de. Pasif, bencil mutluluk içindeyim.

Ayrıca bu gece şarap var evimde, yanıbaşımda. Daha kaybetmediğim ne varsa onların varlıklarının tüm güzelliğine içiyorum!

Sana içiyorum Kişi!

ARt by Shane66

30 Aralık 2009

Beyin yahnisi. Evet, Kişi, ilk sözlerim bunlar. Seni şaşırtmayı seviyorum. Tabi şaşırmamış da olabilirsin... Hmm, tek taraflı sohbetlerimizin en iyi yanı beni hiçbir zaman morartmaman. Kediyle konuşmak gibi bir şey. Fark şu ki ben kediyle oturup ciddi ciddi konuşmam. Kediyle geyik de yapmadım. Aslında şu anda kedi ile pek az etkileştiğimi düşünmeye başladım. Bu yılbaşında değiştireceğim şey bu: Kedi ile daha çok etkileşeceğim. Bu genelde mıncırmayı ve zavallının anlamadığı şeyler söylememi içerdiğinden hayvan yakında evi temelli terk etmeyi düşünmeye başlayabilir.

Ne uzun bir giriş oldu değil mi? Yapacak bir şey yok, yazdım bir kere.

Ev iyice kalabalıklaştı. Fena olmadı, bu kalabalık sayesinde yalnız kalabiliyorum. Kendi başıma olduğum aslen pek nadir oluyor. Ancak bu gece artık salondaki kanepeyi bırakıp odama çekileceğim. Bu arada çarşafları kaldırınca fark ettim, kanepenin minderleri bildiğin benim oturduğum yerlerden yassılaşmış... Şu iki ayda kanepeyi iki senede kimsenin yapamadığı ölçüde yıprattım. Her şey bir yana, sonunda yalnız uyuyabileceğim!

Sana, sebepsiz ve gerçekte olacaklarla muhtemelen hiçbir alakası olmayacak endişemden bahsedeyim. Hayattan geri kalmak diyorum ara ara. Ben kendime tam olarak gelip sonunda bir şeyler yapabilmeye başladığımda dostların hepsinin kendi hayatlarına, işlerine, güçlerine, amaçlarına fazlasıyla gömülmüş olmalarından korkuyorum. Sanki öyle olunca onlara ulaşamayacakmışım gibi geliyor. Halbuki biraz düşününce, ben de başka bir yerlerde olacağım ve bir taraf çaba gösterir de eğer ki dostluk da güçlü ise elbet bir araya gelinebilir.

Şimdi, senenin son günündeyim resmen. Bu sene hiç bitmeyecekmiş gibiydi benim için. Aralık ayı geldiğinde bile ben ileriye bakmaktan korkarcasına hep geçmişe dönüktüm. Aslında söz konusu sene sonu sadece biz insanların hayatlarımızı bölümlere ayırmak için sistemli bir şekilde uydurduğumuz takvimin biriminden ibaret; yoksa dünya dönüşünde duraksamıyor, söyle bir düşünüp nostaljide kapılmıyor, bir yaş daha geçti diye üzülmüyor ya da sevinmiyor... Dünya olmak varmış be, kaptırmış kendisini dönüp duruyor içindeki kansere bile aldırmaksızın.

Ilgın Hanım kurabiyeler yapmış. Fotoğraflarını gösterince cidden mutfakta işlenen bir cinayetin ardından pişirilen tatlı atıştırmalar gibi göründüklerini düşündüm. Bir de kanlı ellerini göstermiş. Barbar kız. xD

Aslında o gıda boyası kullanılarak çok iyi fotoğraflar çekilebilir. Ancak pislenmeye gönüllü birileri lazım. Şu DeviantArt'da veya başka yerlerde sergilenen çok iyi fotoğraflara bakıyorum ve düşünüyorum: Benim de bunlar gibi ve daha başka fikirlerim var! Ama o fotoğrafçıları benden ayıran şey ilk olarak bu fikirlerini fotoğraf haline getiriyor olmaları. Bunun dışında tabi ki ekipman ve manken bolluğu da ayrı bir avantaj; ancak bunlar bir şekilde zamanla bulunabilecek şeyler, yeter ki eyleme geçilsin.


Misal, bir keresinde yaz vakti gece deniz kıyısında yürürken kumsalda açık unutulmuş bir güneş şemsiyesi gördüm. Öyle bir sahneydi ki, sarı sokak lambasının aydınlattığı kumsalda o şemsiye altına kapkaranlık bir gölge düşürüyordu. Sonra düşündüm, bir kadın olsa o şemsiyenin altına yatsa, gölgeden sadece ayakları çıksa, ben de bunu çeksem... O an mankenden vazgeçtim, sahnenin kendisi bile fotoğraflamaya değerdi bence. Ancak tabi o zaman iyi bir makineye sahip değildim ve telefonla çektiğim bir şeye benzemiyordu.

Gelecek yıldan ne bekliyorum? Bilmem ki, kafasına göre takılsın ama mümkünse beni daha bir sevsin. Sevgi dolsun, ilhamı bol olsun, mümkünse başlangıçlar yapabileyim. Mümkünse şu kısır döngümden kurtulabileyim.

Neyse, bu kadar yazmak yeter. Görüşmek üzere, Kişi. Gündüz vakti yine bir şeyler yazabilirim.

HADEN!


Çay yapraklarının savruluşlarına tepkiliyim!
Mürekkebin bir kaşık suda dağılmasına
Bünyelerinde gerçeği barındıran hamam böceklerine
ve anlamı okuyanda gizli olan anlamsız çağrışımlara!

29 Aralık 2009

Bugün aklıma buraya yazacak bir şey geldi... Ama kendisini unuttum anısı kaldı. Lanetler! (dıgıdık)

İçimden geçenleri yazsam başıma bela almış olurum. Jason Mraz şarkılarının etkisiyle saat geceyarısını kırkdört geçe ben ki coşkulu, hedefi olan kırmızı eflatun şeyler yazmak istiyorum. Ancak hayır, Kişi; duymayacaksın benden bu cümleleri.

Bir atom savaşı çıksa ve sen yüksek teknoloji harikası bir sığınakta bu savaştan zarar görmeden kurtulsan, sonrasında ne yaparsın? Dış dünya radyasyon yüklü ve yerle bir halde; ancak kurtulanlar var. Sen o yüksek teknoloji ürünü küçük bir yer altı şehri olan o sığınakta radyasyondan etkilenmeden mi yaşamayı tercih edersin; yoksa yukarıya, atom kıyameti sonrası dünyaya çıkıp orada mı bir yaşam sürdürürsün? Sorunun özü şudur, sağlıksızlığına ve kaosuna rağmen özgür dış dünya mı, yoksa güvenli ama klostrofobik yeraltı sığınağı mı?

Bilen bilir, bu Fallout isimli bir oyunun koşullarına çok yakın bir senaryo. Doğrusu atom savaşı sonrası Amerika'sında geçen bu oyunların her birini tavsiye ederim. Özellikle son oyun olan Fallout 3, ki kendisi Washington D.C.'nin yerle bir olmuş halinde geçiyor, harika. İçinde Amerikan kültüründen çok şey taşıyor bu arada. Oyunu tasarlayan takım dersine iyi çalışmış.

Uykum gelsin hadi. Jason Mraz'ın ninni gibi şarkıları bile uykumu getiremedi. Gerçi, bu hastane odasında uyumaktan hiç memnun değilim. Umarım bir an önce şu testler biter de eve yollanırım.

Dişiye tapmaya ne deniyordu? Gynolatry? Taptığımı sanmıyorum, ancak dişi kısmısını oldukça hayran olunası buluyorum. Hemen bana sapık deme, Kişi, açıklayayım. Oradan bu taraf ne kadar hayran olunası görünüyor bilmiyorum ama buradan bakınca dişi kısmısı en oldukça karmaşık, zarif, ne bileyim çok özel geliyor. Güzellik kavramını bir kenara bıraktım, sadece biyolojik olarak bile üstünde düşünülesi. Bir yerde okumuştum; erkeğin hayatında sadece iki kere değişim geçirdiğini söylüyordu, ergenlik ve andropoz. Ancak bir kadın hayatı boyunca her ay baştan yenileniyor, bunun yanında ergenliği, hayatının tam ortası ve menapoz var. Kadın, hayatı boyunca içinde hep yeni hayatlar besliyor. Bir döngü. Kutsal diyeceğim bir şey varsa bu kesinlikle tanrı değil, her gün karşılaştığım, ayırdına vardım varmadım etkileştiğim o dişilerdir. Belirtmem gerek, kişilik kısmını da ayrı tutuyorum. Sonuçta herkes insandır ve kişilikleriyle seversin sevmezsin farklı renkler kazanırlar. Ben şanslıyım çünkü çok güzel renklerle çevriliyim bu bakımdan.

Çok yazdım be. Dedim ya, bir doluluk var işte. Demem o ki, tanıyana kadar tüm dişileri seviyorum. Tanıdıktan sonra daha az sevdiklerim oluyor, öylece sevdiklerim oluyor ya da bir ihtimal çok çok ama çok sevdiklerim... Eee, Kişi? Sapık mıyım ben şimdi?

Neyse, kapatayım konuyu artık. Kendine iyi bak ben dönene değin.

HADEN!

Art by I-NetGraFX, Crimson-Kimono and PellucidMind, respectively and respectfully @ DeviantArt

28 Aralık 2009


Hm, kaç gündür oturup yazamıyorum. Bir önceki girdi de yazma girişimlerimden birisiydi ve gördüğün üzere iki gereksiz cümlecikten ibaret.

Bilmiyorum, yazmak için bir motivasyona ihtiyacım var. Eski motivasyonlarımı devam ettiremem, ben değiştim çünkü. Eskiden sadece yazmış olmak için, kendimi geliştirmek ya da bir şeyler biriktirmek için yazardım. Okunmuş okunmamış bir şey ifade etmiyor. Şimdilerde ise okunuyor olmak önemli bir motivasyon. Bu ve bunun gibi şeyler. Çeviri için de durum benzer; durduk yere çeviri yapasım gelmiyor, neden gelsin?

Güzel bir noel ağacımız var. Doğrusu kendisinden çok memnunum.

ışık girmiyor ki saçlarımın arasına, karanlıkta düşüncelerim
plastik bir ağacın renkli süslerinden öğrendim renklerin gerçekliğini
süslerin geçmişinde yatan silik anılardansa, bir tenin tene değişini
e gaza getirdin oooo deyince
al sana şiir dörtlüğü
beşlik
altılık...
yedi?

Heh... Yayınlayacağımı söylemiştim.

Tabi, benim ağacım yukarıda resmini koyduğumdan daha güzel. Kendisini Günlük Esintiler'de görebilirsiniz.

Yılbaşı. Geçen yılbaşına girişim baya olaylıydı. Ancak hayatta bu sene bu kadar sıkıntı çekip bu kadar çok ameliyat olacağım aklıma gelmezdi.

Bu seneye evde ve olaysız gireceğim. Yarı yarıya yürür vaziyette. Herhalde bu sene fena geçmez, umarım.

---------------------------------------------------------------------------------

Yedi gök, yedi hayat, yedi günah, yedi tepe... Tepelerin birinin hakiminde bulacakmışım cevabı. Yedide üç olasılık, çünkü ömrüm ancak üç tepeye tırmanmaya yeter. Umutsuz olmak için yeterli bir sebep mi? Göreceğiz.

---------------------------------------------------------------------------------

Gittim ben, Kişi. Heheh, girişte sana hitab etmedim diye unuttum sandın değil mi?

HADEN!

Art by okcpu @ DeviantArt

24 Aralık 2009

Ah belim, vah popom, aman bacağım, aman tanrım ayağım, Kişi.

Yakınmayacağım, merak etme.

19 Aralık 2009

İşbu son girdiden bu yanaki ayrılığımızın ikinci gününde, Kişi, ben köpek gibi geri döndüm.

Ne desem bilmiyorum. Diyeceksin e madem bilmiyorsun neden blog yazmaya koyuldun. Çok basit, Kişi, çünkü sıkıldım ve gecenin bu saatinde uykumun gelmesini bekliyorum.

Ayrıca müzik de dinleyemem, uyuyorlar. Dahası MSN'de konuşacak kimsem yok. Işık, kitap okunamayacak kadar loş (uyuyan var). Bir de ben pek aksiyim.

Neden mi aksiyim? Çünkü şahsımın keyfince kotunu kazağını paltosunu giyip, kör topal da olsa dışarı tek başına çıkabileceği ve böylece biraz egzersizle her geçen gün daha da güçlenip hızla iyileşeceği günler her bir hastane seferinde daha ileriye erteleniyor. Hayat erteleniyor benim için, geri kalıyorum. Buna kızgınım. Sabırsızım, Kişi, anla beni.

Olan sevgili aileme oluyor. Şu son birkaç ayda onlara şu yaşıma değin yaptığımdan daha fazla kez bağırmış, terslemiş, laflarını ağızlarına sokmuşumdur. Yanacaksam bundandır valla.

Neyse, burada anlatacak şeyler değil. Seni de sıkmamak gerek, sonra uğramaz oluyorsun.

Bir süredir evde elden ele eski fotoğraflar dolaşıyor. Benim ve ablamın bebekliklerinden tutun, anne ile babanın gençliklerine kadar. Hatta babamın liseden bir fotosu bile var. Tuhaf geliyor, insan ailesini hep kendi tarihinin başlangıcı itibariyle algılar. Kendisinden önce de var olduklarını bilir ancak bunu tam olarak anlayamaz. O yüzden her seferinde bu fotolara baktığımda bir kere daha (ve daha sonra tekrar unutmak üzere) anne ve babanın kendilerine has, başı ve sonu olan bir hayatları olduğunun ayırdına varıyor ve onlara farklı bir gözle bakıyorum. Gözümün önünde yaşlanıyorlar.

Bir de kendine ait fotolar var. Bebeklik, çocukluk ve ergenlik. Sanki hiçbiri sen değilmişsin gibi hissediyorsun. O zamanlarda nasıl hissettiğini hatırlamaya çalışıyor, aklına gelenlerin gerçekten yaşadıkların mı yoksa o an ürettiğin imge ve deneyimler mi olduğunu merak ediyorsun. Hele bebeklik ve çok küçük yaştaki dönemlerin. Kendi masumiyetime şaştım doğrusu. Biraz hüzünlenmedim de değil. Kim bilir o dönemlerde yaşadıklarım şu andaki bende nasıl yer edinmiş ve kendilerini göstermekteler. Almanya'da geçirdiğim zamanlar, sonra Özdere'deki o ıssız günler, bir anne bir baba ve bir abladan oluşan çekirdek aile... Hayatımı seviyorum, yaşadıklarımdan iyi ve güzel olanları hatırlayıp gerisini unutuyorum, yaşamaktan mutluyum. Ancak fotoğraflar arasından bir tanesini elime alıyorum. Mavili bir üst ve sarı bir pantalon kanepeye sırt üstü uzanıp tavana gülücük atan bir erkek bebek.

O bebeğe bakıp kendi kendime fısıldıyorum:

"Sakın büyüyeyim deme."

Hoşçakal, Kişi.

17 Aralık 2009

Ne desem de, Kişi, sen bana gelsen bir kere de? Valla ayaklarım ağrıyor artık, çok uzaktasın.

Sanki dün yazmışım gibi geliyordu, bir baktım üç gün bitmiş dördüncüye giriyorum. Hem sen gel günler geçmiyor diye yakın, hem de dünleri unutup beş altısının birden geçmesine izin ver. Hepsi bilinçsizlikten ötürü ha, başka bir şey değil. Bir de günleri diğerlerinden farklı kılacak çok belirli şeylerin olmaması.

Gün geçmez oldu ki (!) bir yerim ağrımasın. Acı edebiyatına soyunsam, çok değişik şeyler yazardım ha! Onun yerine ben ne yaptım? Şiir yazdım, tuhaf hikayeler yazdım... İyi ki de öyle yapmışım. Gerçi şiirlerin içinde baya karamsar olanları yok değil. Eh, olur o kadar. Hep hayali sevgiliye methiyeler dizseydim sanırım kendime olan saygımı yitirirdim. Bunların hiçbirini yapmasaydım da büyük ihtimalle erotik pornografik hikayeler yazmaya soyunurdum. İlla ki yazacağım ama bak.

Öte yandan ilginç olabilirdi... Heh heh heeh....

Neyse ne.

----------------------------------------------------------------------------------------

"Çekirdekli kuru üzüme yüklediği anlamı diğer insanlara yüklemeyi bilseydi şimdiye evlenmişti!"

-Won Yang Tzu

Ünlü Çinli düşünce-severinin bu özlü sözünün özünde yatanı bana anlatmanızı isterim. Seninle dalga mı geçiyorum, seni kandırıyor muyum ? Belki de! Gerçeği bulman bir google'a bakar.

----------------------------------------------------------------------------------------

O kadar çok parçanın arasında yine arayıp bulup kendi klasiklerini dinlemek, zamanla o kadar çok materyal toplamış olmanı anlamsız kılıyor.

Ancak olsun, bazen çok çeşitli olacağım tutuyor işte.

----------------------------------------------------------------------------------------


Eee? Aşk kişisi? Sıradaki çehren ne olacak? Ya saç rengin? Hani, talep kabul ediyor musun bilmiyorum ama bu sefer kızıl ol! Adamı ayran gönüllülüğe alıştırıyorlar valla. Bu gidişle ben de bozacağım. Ekşi ayran. Isınmış, ekşi ayran, köpüksüz.

Aşk dedim de, kahve içmez oldum ha. İyi geliyordu halbuki, bir esprisi, bir anısı vardı. Gerçi, kıçımı yerimden zor kaldırırken kahve ile hiperaktifleşmek küpüme zarar olabilir şu sıralar. Ağır kahve küpüme zarar derler! Kim lan onlar? Asla bilemeyeksin.

---------------------------------------------------------------------------------------

Kedinin uyumak için duvar prizlerinin diplerini ve üçlü prizlerin yanını tercih etmesinin sebebini merak ediyorum.

Her neyse.

Bu günlük bu kadar yetsin artık.

Haden!

13 Aralık 2009

Süt ve Karabiber

Mavi mutluluk gözyaşı bir anda griye döndü. Bu keder... Artık dayanamıyorum. Karanlıktan korkmazdım ben, ta ki ondaki...

Neyse, dilim varmıyor anlatmaya. Değişim kaçınılmaz derler. Değişmeyen tek şey değişimin kendisiymiş, aynı nehirde iki kez yıkanamazmışsın falan. Safsata. Ondaki karanlık hiç değişmedi, değişeceğini de hiç sanmıyorum.

İnsanların kendilerini kısır döngülere sokmakta içgüdüsel bir ustalıkları var. Bir şeyler değişiyormuş gibi davranılır ancak yaşananlar aslında hep aynıdır. Bunun farkına pek azı varır. Belki bir milyon insandan birkaç yüz bini.

Ben, döngüsü başkası tarafından kırılanlardanım.

Sanırım o beni hiç sevmedi, benim onun sevmemin aksine. Acı verici, fakat sanırım bu sayede belki de çok daha kötü bir kaderden kurtuldum. Size onu anlatacağım. Pek iyi bir anlatıcı değilim. Yazmayı bırakın bir kenara, ben rahat konuşamam bile. Ancak bunu içimde tutamam artık. Dayanamıyorum...

İlk olarak onunla tanışmamızı anlatmalıyım sanırım. Şehrin, genelde üniversiteliler ve gençlerin takıldığı bar ve kafelerin bulunduğu işlek sokaklarda tek başımaydım. Saat geceyarısını çoktan aşmıştı ve beş kadeh ucuz viski ile dolu midem kazınıyordu. Yine o dönemlerinden birini yaşıyordum: Pis sakal, yıkanmamış gömlek, dört haftalık kot pantalon, bol alkol, bol kendini sorgulama ve sonuçtan memnun olmama. Üniversiteli bir kızdan tekmeyi yeni yemiştim. Yine. Ardından hep böyle oluyordum.

Bir yan sokağın köşesinde, her gece aynı yerde olan seyyar hot dog satıcısını gözüme kestirdim. Satan adam tipiyle gecenin bu saatinde dışarıda olacak birine benzemiyordu. Daha çok saat on birde yatıp sabah yedide kalkacak birisinin hafif babacan çehresine sahipti.

Doğrusu yavaş yiyen birisiyim. Ben orada dikilirken dört kişi gelip hot doglarını yiyip gitmişleri bile. Ben, çıkartacağımı bile bile beşinci hot dogumu kemirirken geldi yanıma. Dikkatimi ilk koyu kahverengi saçları çekti. Koyu yeşil deri bir monta sarınmıştı. Bir tane hot dog istedi. Adam hazırlarken dönüp direk gözlerimin içine baktı; bakışlarında meydan okur gibiydi. Sanırım beni etkileyen bu cüretkar bakıştı. Böyle kendine güvenli kadınlar nadirdir.

"Sabaha kaç saat kaldı?" diye sordum direk.

"Üç." dedi. Bu kadar.

Teşekkür edip hot dogumu kemirmeye devam ettim. O ise kendisininkinden büyük bir lokma aldı. Çiğnerken bana bakıyordu tartarcasına; bense tüm dikkatim yediğim hotdogdaymış gibi davranıyordum. Böyle kadınlar bana göre değildi, o yüzden onu görmezden gelmeye karar vermiştim. Tıka basa dolu ağzındakini çabucak yuttu. Ne iştahlı kadın, diye düşünmüştüm. O zamandan bilseydim eğer herhalde öyle düşünmezdim...

Neyse.

"Bir içki içmeye ne dersin?" diye sorduğunda ne kadar şaşırdığımı anlatamam. "Evim uzakta değil." dediğinde ise iş tamamen farklı bir boyut kazandı. Bunu, şu tükürülesi halimden bir çıkış bileti olarak gördüm. O da bir kadın olarak hiç de fena değildi. Hoş bir çehresi vardı; iri ve keskin bakışlı gözler, normal bir burun, insanda tuhaf bir şekilde öpme isteği uyandıran dolgun dudaklar... Biraz zayıftı, benden uzundu; ancak beni seçmişti. Bir erkek olarak bu teklifi nasıl reddedebilirdim ki?

Evi, hot dogcunun bulunduğu yerden beş blok ötede eski bir apartmanın en üst katındaydı. Yol boyunca koluma girdi. Yine de şüphelerim vardı, bir arkadaşım kendine çok güvenen ve yukarıdan bakan kadınlardan kaçınılması gerektiğini tembihlerdi hep. Ben bunu düşünürken, sessizce aştık beş karanlık bloku. Evine çıkan merdivenleri tırmanırken o önüme geçmişti. Dürüst olmalıyım, kalan son direncimi kıran, merdivenleri tırmanırken her basamakta sallanan kalçalarıydı.

Ayrıntıya girmeme gerek yok. Evine çıktık, birer içki doldurdu, daha bardakları yarılamamıştık ki kanepede öpüşüyorduk. Bardakların dibi göründüğünde ikimiz yatakta ter ve alkol kokan nefesler içinde sevişiyorduk. Böylesi vahşi sevişen kimse ile birlikte olmamıştım. Biraz gözümü açsaydım ondaki tuhaflığı fark ederdim.

Her şey bittiğinde ve yatağa uzanmış uyumak üzereyken kendimi, bunun tek gecelik bir şey olduğunu ve ismini bile bilmediğim bu kadını bir daha görmeyeceğimi düşünerek kendimi telkin ettim. Normal hayatıma geri dönecek, bir iş bulacak ve eski dostları arayacaktım...

Ancak öyle olmadı...

11 Aralık 2009

Seni benden alan neydi? Sendeki beni de götürdüğünde ben öylece baktım. Sonra kızdılar tabi peşinden gitmedim diye. Sordular korkuyor muydun? Bunun üstünde düşünmedim değil... Hayır, korku değildi bu; farkındalıktı. Ömrü bitmişti ve ben bir ölü sevici değildim.

Yine de, ömrünün bu kadar kısa olacağını söyleseler inanmazdım. Harbi, seni benden alan neydi?

----------------------------------------------------------------------

Merak etmeyin, bir ilişki bitirdim falan değil. Bitse ilan eder miydim bilmem. Hep duvara konuşuyormuşum gibi hissettiğim şu günlerde (bu blog dahil), sanırım bunun bir önemi yok.

Öte yandan, romantik bir hikaye yazabilirmişim görünüşe bakılırsa. Ya da yukarıdaki örneğe bakarsak, dramatik.

Romantik hikaye yazmak hiç aklıma gelmemişti daha önce. Çok uç şeyler yazmaya çalıştım ya da yazdım; ancak romantik değil. Bu neyi açıklıyor ya da hangi gerçeği açığa vuruyor?

----------------------------------------------------------------------

Cidden yalan söylemeyen birileri var mı acaba? Sanmıyorum. Bir insanın hayatı boyunca yalan söylememiş olması için iki ayrı durum olabilir: Ya hiç yalan söylemesini gerektirecek durumlar içinde olmadı (ki bu imkansız gibi bir şey), ya da arkadaş daha birkaç aylık.

Neyse işte. Haden.

09 Aralık 2009

Bilgisayarımın ısınan işlemcisi kadar ömrü var bu yazının. Ne kadar daha dayanabilir dersiniz?

------------------------------------------------------------------------

Herkes biraz olsun ister, ben de istiyorum. İstemekle başladı bazı şeyler. İstemek sona erdirdi bir çok şeyi. İstekler istekler. Ben boş bir tabak istemiştim, kolay kırılmayan. Sonra yarısı yazılmış bir kağıt, devam ettirebilmek için. Ha, bir de sessizlik. Bunlar başlangıçtı. Son ise benim beklediğimden daha yakın oldu.

Bana tabağı dolu verdiler, ancak benim karnım toktu. Zorla yememek istedim. Yemedim. Sonra sirke suratlı canlı, yemeği önümden alırken tabak kırıldı. Şimdi tabağı özlüyorum; yiyip boşaltır, ekmekle sıyırır tertemiz bırakırdım...

Kağıt geldiğinde ben kalemim olmadığın fark ettim. Kalem istedim, kalemin gelmesi biraz vakit aldı. Kalem geldiğinde bir baktım kağıt yok. Bir baktım meğer pencere açıkmış; ben o pencereyi özenle unutmuştum halbuki. Pencerenin dönüşü acı verici oldu, şimdi kalemi olan fakat kağıtsız bir kişiyim. Ah, o hikayeyi sevmiştim.

Ve sessizlik. Bana nasıl bir ahmak olduğumu gösterdi. Kapalı kapılar, kalın duvarlar, hiçliğin ortası. O kadar sessizdi ki kendi kalp atışımı duyabiliyordum. Öyle sessizdi ki düşüncelerim gümbür gümbür, çın çın, langur lungur bir gürültü ile dönüyorlardı kafatasımda. Anladım ki benim dışarının seslerine ihtiyacım var; kendi gürültümden ürkmüştüm. Ses istedim, geldi. Tam bir kakafoni: Bin ağızdan çıkan bin cümle. Dillerin şekillendirdiği yanılsamalar. Ve ardından gelen diğer dünyevi ne varsa. Sonuç mu? Kendimi kaybettim. Etki altında kalan beynimdeki düşünceler benim değil. Kendimi kaybettim. Duyamıyorum artık!

Bu bir kazanım ve kaybediş öyküsüydü. Anladınız mı bilmem. Umarım bunları okuyan kişi benim aldığım dersi alır ve aynı hataya düşmez; fakat biliyorum ki bu nafile bir umut. Yine yapacaksın değil mi? Gençlik ya da yaşlılık fark etmiyor, sen de bir ahmaksın.

Hoşçakal.

-------------------------------------------------

Heh, tuhaf oldu.

04 Aralık 2009

ayağımı tutan eller
her adımımda bükerler
iğneler ve tırnak izleri
menzilime göz dikerler


Art by Doombee@ DeviantArt