31 Temmuz 2009

Bir yazarın, diğer yazarın kafasına tükürmesi hoş değildir; ucuz bir derginin kapağında bile olsa. Adama sorarlar, o da senin benzerin değil midir? Tamam, farklı şeyler yazdınız belki, yine de yazma eyleminin paylaşılmasına saygı duymalısınız. Kınıyorum sizi, gözlüklü ve sevecen mizaca sahip yazar kişi, kınıyorum.

Ben neler diyorum?

Boş bir günün sonunda zar zor alınan gitme kararının ardından söz konusu menzile ulaşamadım bile. Onun yerine kendimi başka bir yerde buldum. Tanıdık bir yerde. Yine deniz kıyısı. Yine oldukça sıcak... Gerçi, gideceğim yer Alaska değildi ya... Neyse, uzun yolculuk fikri hoşuma gitmiyordu, o bakımdan rahatladığımı söyleyebilirim.

Bakın, duygularımın ve düşüncelerimi karışıklık katsayısını yaptığım saçmalamalara böldüğümde, saçmalama başına 5/3 oranında huzursuzluk düşüyor. Ben içimde bir şeyler bırakmamaya çalışıyorum.

"Seni görünce
Aynı anda geçer aklımızdan
Aynı düşünce...
Bir duvar gibi aramızda."

Şimdilerde uyunan uykuya çentikli ağlar bırakıyorum, bir yığın da tuzak... Belki hatırlanası bir rüya görürüm. Bu yüzdendir sabah uykularını hoş görmeye başladım. Rüya görmüyor değilim, fakat hatırlanası değil. Bir dönem vardı, gördüğüm rüyadan ilham alıp hikayeler çıkarmıştım. Harbi, nasıl bir dönemdi o? O zamanki akıl yapım ile şimdikini karşılaştırmak isterdim.

Gönüllü çeviri yapmak... Şimdilerde böyle olsun istiyorum.

Sanki mezuniyet üstüne geçen vakitle mayalandıkça tercihlerim değişiyor. Geçen gün bir üniversitede hocalık yapmanın nasıl bir şey olacağını düşünürken yakaladım kendimi. Bunun için çok ön yatırım yapmalıyım... Ben günlerini araştırmaya verecek birisiymişim gibi hissetmiyorum. Akademisyenlik bol bol araştırma, yazma yazma ve yazma gerektiriyor. Yüksek lisansı saymıyorum bile. Fakat dediğim gibi, mayalanan bir akıl benimkisi.

Sevilmek güzel şey, bu arada. Da insan etkilenmesine engel olamıyor. Kendini bir kale, diğerlerini de başka devletler olarak görmeye alışık ben.... Dur lan, aklıma geldi; bir ara aynı bu tema ile insan ilişkilerini anlatmaya çalıştığım bir hikaye yazmaya yeltenmiştim. Sonra o zaman insan ilişkileri konusundaki bilgimi yetersiz bularak vazgeçmiştim.. Tuhaf... Ne diyordum? Ha, evet, taş kafa ben ve diğer kaleler. Sanki etkilenmek kötü bir şeymiş gibi davranıyorum ara ara.

Yeter lan bu kadar. Bir dahaki sefere kısa bir hikaye istiyorum buraya. Evet, hikaye olacak yazdığım şey...

Laylay Lom, Gecıt kolları! Mete'yi deli deli mi bilsek yoksa deli deli değilken mi bilsek? O değil, ne şekilde sevsek?

Sevmek kelimesini çok kullanmaya başladım, kıllandım. Yeter artık, tadında bırakmalı.

YETER! KAPAT BRE!

29 Temmuz 2009

Yazacaklarım pek de iç açıcı olmayabilir.

Her insan korkar. Yalnız korkaklığı hayatının temeline oturtmuş bir insanın yaşamına doğrusu pek imrenmem. Korktuğu için risk almayan, korktuğu için susan, korktuğu için sevdiğini belli etmeyen, korktuğu için kızmayan, korktuğu için karar vermeyen, korktuğu için kaçan, korktuğu için yalnız kalan, korktuğu için hep yalan söyleyen...

İnsanları oldukları gibi kabul etmekten, sevmekten bahseder dururum. Ne yalancıyım. Yukarıda bahsettiğim türden insanlar beni çileden çıkartıyor. Bu pasiflik, bu kendini kabul etmemezlik, bu korkaklık beni tiksindiriyor ve hemen oradan uzaklaşmak istiyorum. Malesef uzaklaşmak her zaman mümkün olmuyor.

Bir şeyleri yapmayı ertelediğim zamanlar bunun nedenini anlamak üzere biraz kendimi kurcalayıp da aslında korktuğumu anladığımda kendime karşı öfke duyuyorum. Fakat korku öyle bir şey ki, bir kere içine oturdu mu aşması çok güç bir yapışkan oluveriyor sen önceden farkına varsan dahi.

Bu sebeple inatla aşamadığım şeyler yüzünden kızıyorum kendime. Yapamadıklarım veya diyemediklerim yüzünden kendi kafatasımı kemiresim geliyor. İnsanlar! Size kırıcı konuştuğumu mu sanarsınız? Hayır, size kırıcı konuşmuyorum. Siz gelin kırık kafama sorun ne kadar kırıcı olabileceğimi.

Şu Facebook öfkemden pay alıyor. Bazı düşüncelerden kaçan korkak hallerime yataklık etmekle suçluyorum kendisini. Ayrıca bir yararını da görmedim insanların fotolarına bakıp onların hayatlarından kesitler çalmak dışında.

Şiir miir de yayınlamayacağım sanırım. Bıktım buruk şeyler yazmaktan. İstediğim akıllara ulaşmıyor, hedeflediğim gözlerin ilgilisini çekmiyorsa, ilan etmenin bir anlamı yok.

Araya koyduğum mesafeyi sikeyim.

28 Temmuz 2009

Sanırım kararımı verdim, Kişi. Bir süre daha ahmağı oynamaya devam edeceğim.

Durum şu ki, hiçbir zaman 'bilir kişi'lerle aram iyi olmamıştır. Bir kişi bir şeyi en iyi bildiğini iddia edince ben ters tepiyorum. Bakalım el mi yaman ben mi. Delilik bu acı dolu anlarda bile kahkaha attırsın bana.

Sonumuz hayrola.

Kendisini gerçekten çok beğenen insanlar, sorarım, nedir kendinizle derdiniz? Nedir ıspatınız? Kabul edin halinizi ve gelin hep birlikte gülelim.

Gidip gelen aklımı bağışlayın. Bugün fotoğraflara bakınca tekrar fark ettim kendimi. Nereden geldiğimi falan. Ne olduğumun farkına varmak iyi geldi.

Kendi kendine yaratılan imgelerin/hayallerin/yanılgıların ağına düşüp kendini unutmak diye isimlendirdim bunu. Örümceği olmayan gümüşten ağlar.

"Örümceği olmayan, gümüşten ağlar." Vayt! Gel gelelim bundan anlam çıkartmak benim aklıma özgü bir şey de olabilir. Şimdi ben insanların bunu anlamasını beklersem, bu hayal kırıklığı olmaz mı? Hele hele sevdiğin ve özellikle ilgisini istediklerin. O yüzdendir, eğer ki edebiyat yapıyorsanız ve içinizden geldiği gibi yazıyorsanız, muhtemelen pek az kişi sizin kelimelere yüklediğiniz anlamları çıkartacaktır. Gerçi, okuyan kişi anlam çıkarmaya niyetli olmaya görsün, elbet bir şeyler anlar; sizin söylemek istedikleriniz olmasa dahi. Bu bakımdan okuyup da anlamadım diyene gocunmaya hakkımız var mıdır yeterince uğraşmıyor diye? Sanmıyorum. Kendimden biliyorum, olmadı mı olmuyor. Hele ki şiir yazıyorsanız, hiç olmuyor. Kişi her zaman niyetini koruyamıyor. Biraz ruh hali işi.

Şimdilerde huzur olmak isterim.

Öte yandan hayatımın gittiği belli bir yönünün olmaması, bu huzuru imkânsız kılıyor. Kendime öyle ya da böyle bir yön belirlemeliyim. Yaz da bitiyor zaten. Bahaneler azalıyor.

Çok yazdım, okuyan sıkılacak.

Haden.

27 Temmuz 2009

On this night, I give my condolences to God
For the loss of one his faithful.
For I bid thee fare well;
For this is the last time I wish
For His protection...
From now on I'll refrain myself
From His warm womb of words I made up
From a thousand stories that were in fact
From the vast imagination of
Human ancestry.
Now I stand alone, punishing myself
The things I do, myself.


Art by basharbbr@DeviantArt

26 Temmuz 2009

İnsanlık.

Her ne kadar derinlikleri ancak sizin duş tekneniz kadar olsa da (ayakta duş aldığınız türden bahsediyorum), her insanın bir fikri var. Bu fikirleri başkalarından devşirmiş olabilirler. Olsun. Sonuçta ithal da olsa birer fikirdir onlar.

Siz bunlardan etkilenmeyin lütfen.

Nispeten daha derin ve bir şeyler yaşamışlığı olan insanların 'kanıtlanmış' yargıları bile size uygun olmayabilir. Üstelik o yargıların öznellik derecesini asla bilemezsiniz çünkü siz orada değildiniz. O yargılar söz konusu kişi için doğruluk taşıyabilir; fakat sizin için bir şey ifade etmemesi de büyük bir ihtimal.

Geniş düşünebilmek önemli. Öte yandan

22 Temmuz 2009

Hey, Kişi.

Şöyle diyeyim, anlık hissiyatlar içinde yıkıma gitmek var ki acı verici de olsa aslında kolay olan budur. Kolaya kaçmak bir insanlık ayıbıdır. Heh, abarttım.

"Sokağa atılmış masaların birinde, kahvenin acelesizliği ile mayışık vaziyette, izliyorum." Olması gereken budur. Yazın sıcağına rağmen kişi, kahvesinden aldığı zevki aksatmamalıdır.

Geçen gün bahsetmiştim Ilgın'a, şu blog aleminde ne kadar da çok yemek sitesi var... StumbleUpon yapar iken zırt vırt bu sitelere denk gelip duruyorum. Sanırım bir yerlerde canı sıkılan bir ev hanımı ordusu var ve bunlar interneti kullanmayı biliyorlar!

Aslında gönül ister biraz kırmızı şarap. Alkol olsun diye değil, özellikle kırmızı şarap. Kan yapsın... Kan lazım biraz. Kan. Evet. Çok kafa olmayı sevmiyorum gerçi.

Söz alkol gibidir, uçar. Fazlası ise kafa yapar. Çok kafa olmayı sevmiyorum gerçi.

Şöyle bir mim olayı varmış. Buna "mim" dendiğini ilk kez duyuyorum, daha önce başka bir şey deniyor muydu bilmiyorum gerçi. Mimlemek, mimlenmek, mim. İşlev olarak oturuyor mu emin değilim. Fakat bu önemli değil. Bunu bir arkadaşımın blogunda gördüm, onun tanıdığı bir blogcu başlatmış. Gidip senin için değerli olan bir kitaptan rastgele bir sayfa açıp göze ve mantığa en hoş gelen kısmı alıntılayıp buraya yazıyormuşuz. O blogcunun adresi şudur:

Mim: Kitaptan Alıntı!

Şu anda kitaplığıma aşağı yukarı iki yüz kilometre uzaktayım, fakat bitirmiş olmama rağmen hâlâ yanımda gezen bir kitap var, onda uyguladım bunu.

Kitap, Aldous Huxley'in Ses Sese Karşı isimli kitabı. İletişim Yayınlarından. Çeviri Mina Urgan'a ait. Sayfa 172.

"Kendi benliğinin bir parçasını öldürecek kadar aptal değildi o. Bir denge kurdu. Bu kolay değil, elbette. Hatta çok, çok zor. Bağdaştırılması gereken güçler temelden düşman birbirlerine. Bilinçli olan ruh, benliğin bilinçdışı bedene bağlı, içgüdüsel bölümünün yaptıklarına içerliyor. Ruhun yaşaması, ötekilerin ölümü demek; ötekilerin ölümü ruhun yaşaması demek. Ama aklı başında olan insan, bir denge kurmaya çalışır hiç olmazsa."

Şahsen artık tamamen katıldığım bir fikir değil. Fakat düşündücü olduğu kesin. Kendini tamamen düşünsel eyleme verip duygularını gözardı edenler ile sırf duygularıyla yaşayan insanlar arasındaki bir uçurumdan bahsediyor. "Her şeyin azı karar çoğu zarar" der anneannem. Onun bu sözüne de tamamen katılmıyorum fakat yine de haklılık payı yok değil.

Bu arada ben neye tam olarak katılıyorum? İyi soru.

Şimdilik bu kadardır, Kişi, görüşürüz bir ara herhalde.

18 Temmuz 2009

Kişi!

Şayet kaçınılmazsa zevk almaya bakmalı. Biraz oyun oynama vaktidir; kendim tarafından kendime.

Bir kavanoz bilye buldum. Neden? Ben küçükken hiç bilye oynamazdım. Doğrusu, tek başıma bir iki oynama girişiminde bulundum elbet, fakat öyle sokağa çıkıp arkadaşlarla bilye oynadığımı hatırlamıyorum. Peki bu bir kavanoz bilye niye?... Derken hatırladım. Bir bu kavanozu bir yerlere gömer, hazine haritası hazırlar ve daha sonra bulmaya çalışırdık.

Şu kavanoz hakkındaki bir başka ayrıntı ise, kendisinin aslında bir zamanlar şu renkli yuvarlak sakızlarla dolu olduğudur. Sakız kavanozu o aslında. Ben 3. sınıfa başlamadan önceki yaz sünnet olduğum dönemlerde almıştık, yatağımın başucunda duruyordu. Zırt vırt sakız çiğneyip duruyorduk. Bak, anı anıyı çağırıyor; ablamla ağzımızı sakızla doldurup 6-7 tanesini birden çiğnemeye çalıştığımızı hatırlıyorum. Çenem ağrımıştı çok fena.

Ha, bu arada hiç lafını etmedim. Sitenin yeni şablonunu çok aradım, buldum, uyguladım, şimdilerde memnunum. Yalnız iki kötü tarafı var: Şu her girdinin sol üstüne "Undefined" yazması ki ondan nasıl kurtulacağımı bulamadım bir türlü. Sanırım normalde orada tarihin olması gerek. Diğer bir sorun ise yazıların biraz küçük görünmesi. O yadar yazıyorsun, bit kadar yer kaplıyor.

Demiştim ya, neşemi bulmalıyım diye. Bu sabah aldığım bir telefon ile sevindim. Aranınca deli mutlu oldum. Yani, haber falan değil, aranmış olmak. Diyorum kendime, bir telefonla sevinecek kadar mı yamuldun sen? Ama boşver, üzümü ye bağını sorma misali. Şimdilerde böyle.

Bir de, ben biraz geçmişe baktım. Emin olamadığım bir konu vardı, açıklığa kavuşturmak için bir sene önceki kayıtlarıma baktım. O kayıtlar beni o tarihlerdeki günlüklerime yönlendirdi. O günlükler ise MSN'deki birkaç ileti geçmişine. Konuyu açıklığa kavuşturdum kavuşturmasına fakat bu arada bir şeyi de fark ettim. Şu son dönemlerde ne kadar da tatsız ve kıl bir adam olmuşum ben.

Cidden, şu amelyat işleridir, bir dönemin sona ermesidir falan, bende ters tepkiye sebep olmuş. Biraz kavgacı, biraz kaba, biraz vurdumduymaz, oldukça da alıngan olmuşum. Hım... Farkına varmak iyi bir şey tabi ki. Fazla telaş etmiyorum ama; bu hallerimin de abartıldıktan sonra sönüp, oturup, kararında bir seviyeye geleceğini biliyorum. Sadece etrafımdakilere yazık sanırım. Öte yandan, bu iyi bir fırsat aslında. Çatışmak iyi geliyor bana, yeter ki ardından gücenmeler olmayacak kadar güçlü olsun sevgiler ve dostluklar. Ki zaten aslolan bu değil midir?

Çok uzatmayayım, sonra okuyanlar sıkılıyor. Görüşürüz bir ara.

Haden.

17 Temmuz 2009

Ve hayat bir sefer daha ertelendi.

Aceleci olmak iyi değil. Beklentilerin boşa çıkması insanın ruhunu törpüler. Körelmiş bir ruh ise kimilerince 'büyüdüğünün' göstergesidir.

Bu konuda başka bir şey söylemeyeceğim.

Biraz neşem yerine gelsin istiyorum. Bakalım ne yapabilirim...

14 Temmuz 2009

neden toz tutmuş bu yerler bu taban?
attığım adımlar eklemlerde, hisleniş
uğranmamış odalardan bu ev bu mekân
toz zerrecikleri ve parmaklar, pisleniş
tabanlarımda hissediyorum ayak izlerim
bir mutfak, bir koridor ve yatak
çıtırtısı duyulur kırık, dizlerim
sırf duvarlardan mı ibaret bu konak
bir seferinde şarkı söylenmiş bu yer
uğranmamış odalarda eski tablolar
şimdi solmuş perdesi, söyle, buna mı değer?
telleri yıpranmış akortsuz kemanlar

Art by MarkWilkinson @ DeviantArt

13 Temmuz 2009

Bir şeyleri akışına bırakabilmek özel bir yetenek be kişi. Bunun değişik bir versiyonu var: Uğraşmaktan bezdiğin için kendini salıvermek. Sen aptal birisi değilsin, sağlıklı olanın iradi bir karar olan ilki olduğunu bilirsin.

Bak, bunaldığımı söylemeyeceğim. Bu, kabul edip büyütmek olur belki; üstelik nedense kendim dahil kimse yakıştıramıyor bunu bana. Herkesin kendine gelmesi için değişik yolları vardır. Benimkisi ne bilmiyorum, genelde kendiliğinden oluyor ve benim yaptığım kendiliğinden olana kadar beklemek işte. Bu arada bulanık ve bunalık hissedebilirim fakat yapacak bir şey yok.

Bu da, bu bekleyişin yan etkilerinden biridir:

Bir ben vardım bana dair
Dedim bekle beni, döneceğim
Ve çok sürmeyecekti
Yılım geçti
Mevsimim değişti
Beklememiş.
Bak;
Bir ben bile kalmadı benden içeri

Kimlik bunalımı? Bu yaşta? Sanmıyorum, fakat yeniliklere gebeyim.

---------------------------------------------------------------------------------------------

Hüp. Yeter be, yeniyetme bir ergenin ağlama duvarına döndü burası. Şu mezuniyet sonrası hallerinden kurtulup aklıma başka bir şeyler gelene kadar yazmayacağım.

09 Temmuz 2009

Oklarım hep kendime. İnsanlara gönderme yapmaya hakkım olduğuna inanmıyorum. Açık açık bahsedersem başka; ama kapalı göndermeler biraz alçakca olmaz mı?

Bu yüzdendir, bir önceki yazıda herhangi birine bir eleştiri getirdiğim sanılmasın. Onların hepsi geçmiş bir ben tarafından yine kendim için söylenmiş geçmiş yargılardır.

Canım sıkkın be kişi, nasıl neşe bulacağımı şaşırdım. Bugünlerde iki ay boyunca özenle yetiştirdiğim umutların ve batıl inançların meyve verip vermediğini öğreneceğim. Sonuca göre ise bedenimin tekrar işgal edilip edilmeyeceğine karar verilecek. Verilecek diyorum; çünkü kararın bana aitliği tartışılır. Neyse, tatsız konular.

Ve işte buradayım, beklentilerim birazcık fazla şu yaralılardan. Kendim de pek tek parça sayılmam hani. Yalnız bencillik diz boyu. Kendimi dizginlemem gerekecek sanırım. Dizginsizliğim can sıkabilir ne de olsa. Onarılmazları onarmaya soyundum; bu konuda iyi olmadığımı fark ettim yine. Kendimle çelişmeden olmaz belki de.

Sıcak. Evet, doğru duydun.

07 Temmuz 2009

Uzun uzun beklerdik bir şeylerin oluvermesini. An geldiğindeyse öyle yorardık ki kendimizi bir şeyler yapacağım diye, tatile ihtiyaç duyardık her seferinde. Tatil, tatil ve tatil. Gerçeği olmazdı asla, hep yapay tatiller. Çünkü bilmezdik aslında tatil işin gücün değil kendi kişiliğinin yoruculuğundan ayrı geçirilen vakittir. Yorardı öyle yapamayınca; sonra ancak olmadık zamanlarda, saniyelere sığdırırdık rahatlamaları ve güzel olurdu.

Neyin ne katacağını ve neyi götüreceğini kestiremiyor. Ne zaman sonra ki diyorsun aklın anca kavradığında "Bu, böyleymiş meğer" ve diliyorsun keşke daha fazlasını kaydetseymişsin hafızaya. Ardına koyduğun yıllar sırtını dayadığın o geniş duvar daha sağlam ve daha bir seninle boyalı olurdu belki.

Gün ki geçsin diye beklediğinde bir yıl oluyor. Her gün bir yıl yaşamak fantastik olurdu. 3 aylık bir ömür.

Akıl oyunları diyorum. Bizi eğlendiren hep beynimizdi. Zevk almasını bilen kıvrımlar bütünü, renkli makarna. Kapı gıcırtısına bile oynayıp eğlenen insan beyni: Pastavilla. Eğlence anlayışı pek çeşitli. Bedenini kullanması seven insanların eğlencesi ile oturduğu yerde duyularını tatmin edenlerinki aslında temelde, katıkları ve tatminleri bir yana, aynı eğlence. Aklın eğlenceyi yorumlayışı önemli.

Amaç olmadan çeviri olmuyordu ya; zevkine hiçbir zaman durduk yere çeviri yapılmıyor. Eee? Napcaz o zaman?

Sadece annen sana ters ise, babansındır. Sadece baban sana ters ise, annensindir. İkisi de ters ise bir gen testi yaptırsan iyi olur. Keh küh koh kah. Bir ara böyle salak bir şey yazmışım defterlerin birine.

O olsa, e bu da olsa, şu eksik kalmaz mıydı?

Eski bir dosttan bilgelik dersleri:

-Güzelliği fark ettiğinde ilk iş günün birinde yiteceğini düşünmek, sağlıklı bir yaklaşım değildir.

-Bir başkasını düşünerek geçirmek akıl saatlerini, pek akıl kârı değildir.

-Sıkıntı içinde olmak ya da öyle görünmek, büyüklük değildir.

-Hep neşeli olmak bir suç değildir; belki saçmalıktır.

-Kediden bile anlarsın; keyif almaya bakmak boş zamanların uğraşı değildir.

-İnsanları tuhaflıklarına rağmen kabul etmektir; insani sevgi.

-İnsanları tuhaflıkları ile birlikte kabul etmektir; çağdaşlık.

-Madem sıfırdan yapamıyorsun; bari reprodüksiyon yap.

Bir zamanlar genelleme yapmayı ne kadar da severmişim. Heh heh.

05 Temmuz 2009

"varsam gözlerinin aydınlığına
gizlice
kıyamam incinirsin
kirpiklerim değince"

Şu yukarıdaki dörtlük, Metin Turan'ın Nicedir isimli şiirinin ilk dörtlüğü. Çok hoşuma gitti. Hatta okuyunca bittim tükendim, yaratıcılığımın kendine gelmesi için bir süre geçmesi gerek.

Kimseye saygısızlık etmek istemem, zaten en başta kendim yapıyorum. Kolay edebiyattan sayıyorum sevdalanılana yazılan şiirleri. Yukarıdaki dörtlüğün ait olduğu şiir gibi zekice dile getirilmişler de dahil, sevilen kişiye yazılanlarda evrensel bir kendini tekrarlama var. Bazılarının şiir görünce burun kıvırmasına bir şey diyemem o yüzden; hele ki kendilerine hitaben dile getiriliyorsa. Klişe sevdalardan kimse hazzetmez. Gerçi, kişi okuduğunda kendi hissettiklerinden bir parça bulursa bu tekrarı içten bir gönüllülükle göz ardı edebiliyor. Heyhat, bunu yapmak değişik bir tür zevk; herkes tercih etmez.

Yine de ben şiiri çok sevdim. Evet.

03 Temmuz 2009

Hayır, Hocam, mezun olduktan sonra ne yapacağıma dair bir planım yok. Size dediklerimin hepsi doğaçlamaydı, fakat belli ki yuttunuz. Gerçi yutun ya da yutmayın...

Dünki kep merasimi, ne bileyim, kısaydı be. Üniversitenin kendisi gibi sanırım. Artık ben içeri girmek istediğimde niye geldiğimi soracaklar; geçerli bir sebep vermemem halinde muhtemelen önce elektrik şoku ile etkisiz hale getirilecek, ardından en yakın lombardan aşağı atılacağım. Okul, tehlikeli bir yer artık.

Ya, şaka bir yana, ben çok şeyi özleyeceğim. Deli gibi topladığım fotoğraflar aleyhime işleyecek, bana hep geçip gitmiş zamanları hatırlatacaklar. O değil, silemiyorum da meretleri. Dostları merak edeceğim, sonra Mete zırt vırt arıyor olacak... Aramadıklarımı da arayamayacağım utancımdan, neden aramadın diye soracaklarından korkarak. Belki eski sevgilerden bir şeyler kımıldanacak ve ben şimdiki ana ihanet etmiş gibi hissedeceğim. Hissetmeye de bilirim aslında, öze dönük yüzsüzlük var ne de olsa.

Yeter be bu kadar laylaylom mezun mertebe muhabbetleri. Ben uyuşuk bilincimle mezun olduğumun ayırdına daha sonra varacağım.

Ne de çok şey istiyorum, yine de kayıtsız kalmak bir alışkanlık. Beklemek erdem midir salaklık mı? Beklerken gitmediğin yollarda kaybetmediklerin içinde çürür mü dersin? Sonu hep aynı soruya varıyor: Ne yapacağım ben? İçgüdülerime güvenebileceğimden emin değilim.

Ey gündüzü karam, gece neyine yetmez?

Dün, zoraki bir şiir gibiydi şu:

Renginde deliliği gördüm
Seni kendimden belledim
Sırıtkan sarı ay,
Nerelere götürdün beni?
Düşünmek yok senin batışında
Gece ileriye koştuğunda
Sen yorulursun
Rengin değişir
Yüzün düşer
Ben üzülürüm.
Şimdilerde deliliği bekleyiş var;
Bir dahaki dolunaya kadar.

Tabi, dün daha farklıydı. Bugün, bu haldedir. Kendimi mi tekrarlıyorum dersin?

Her neyse.