30 Eylül 2009

Şu gördüğün her şey senindir, Kişi.

Mavi gök var ya hani, senindir.
Koktuğun çiçeğin rengi, rahiyası
Hatta denizin tuzu, dalgası, senindir.
Elmasın parıltısı, kuşun şakıması,
Elmanın tatlısı, güneşin ısısı,
Gördüğün, duyduğun, dokunduğun...
Hayatına aldığın tüm bunlar senin iken
Ben kime aitim sandın a tanem?
Yukarıdaki şiirimsimsinin ne anlamı var diyeceksin bana. Bu adam durduk yere neden bayık aşk dizeleri yazmaya başladı? Bayık olabileceği konusunda sana katılabileceğim gibi (kelime seçimleri biraz sıradan ve kıvrak düşünceden yoksun, ne dersin?) bunun illa ki bir aşk şiiri olmayacağını sana savunabilirim.

Bir dönem, bir çevirmen olarak oturmuş düşünüyordum. Çevirdiğim şey benim kaynak metni yorumlamam ve onu kendi kelime seçimlerimle bir nevi yeni baştan yazmamdı. Telif hakları yasasına göre çevirmen, yaptığı çevirinin eser sahibidir. Yorumun telif hakkı, yorumcuya aittir. Bu arada yasa sadece örnek vermek içindi, bu düşünce zincirinin başlangıcı o yasa değil.

Yorum, yorumcuya aittir.

Aklıma şu geldi: Gördüğümüz ve işittiğimiz hiçbir şey, bizim onları algıladığımız aynı şeklinde diğerleri tarafından algılanmıyor. Renkler tartışılmaz. Kiminin yeşili, kiminin mavisidir. Ortada bir yorum söz konusu. Bir kaynaktan bir ereğe giden yolda, materyal beynin süzgecinden geçiyor. Beyin, kaynak materyali kendisinin anlayacağı bir forma çeviriyor.

Sanırım nereye varacağımı kestiriyorsun. Evet, bu mantıkla, algıladığımız her şeyin üstünde bir hakkımız var. Soyut bir hak belki ve yasal olarak kabul görecek bir şey değil (herhalde yasal olsa tüm sistem çökerdi); ancak bu kendi nezdimizde ve öznelliğimizde onlara sahip olduğumuz neticesini değiştirmiyor.

Her şey ve herkes benimdir, ben herkesinimdir. Algıda seçiciliğe dikkat. Aslında oldukça barışçıl bir düşünce oldu.

Tam ve açıksız bir fikir olmadığını düşünüyorum; ancak etraflıca düşünebileceğimden de emin değilim. Belki ileriki bir tarihte, bu yazıyı tekrar okuduğumda.

Bu eski bir fikirdi aslında. Nerden geldi aklıma? Bir şarkıda "I'm yours." diyordu, oradan hatırladım.

Bu kadar yeter herhalde. Bu aralar çok aksiyim. Bu öfkemin neye dayandığından emin değilim. Zaten beynim kanatlanıp uçtu gibi.

Haden.

Art by dkirbyj and vitaminChazz @ DeviantArt

26 Eylül 2009

Dinin, mitolojinin konuları olmasaydı günümüz sanatı bu kadar gelişebilir miydi diye merak ediyorum. Biraz da arz&talep meselesi tabi ki.

Diğer merak ettiğim konu, acaba İslamiyette resim günah sayılmasaydı günümüz resim ve heykel sanatı farklı bir yerde olur muydu? Öyle bir şey olsaydı, günümüz İslam toplumları farklı bir yerde olur muydu?

Dün Londra Milli Galerisi'ni gezerken aklımdan bunlar geçti. Çünkü bir dönemin en ünlü eserlerini ya din betimlemeleri ya da aristokrasinin talebi üzerine yapılan portreler, manzara resimleri oluşturuyor. Bundan başka siyasetin de etkisi var.

Ha, ressamların sadece kendi insiyatifleri doğrultusunda yaptıkları resimler de var elbet, fakat diğer konulara kıyasla sayıca az kalıyorlar.

Eh, dün o kadar resim dolaştığım sebebiyle olsa gerek, rüyamda yine aynı galerideydim. Yardımsever dünya vatandaşı ben, çerçevesi yamuk duran bir resmi görevlilerden birine bildiriyorum.

Kadının biri geliyor, zincirle duvara monteli resmi bir eliyle iterken resmin arkasında bir şeylerle oynamaya çalışıyor. Ben diyorum yardım edeyim, lütfen diyor, devasa resmi tutuyorum.

Ben tutarken bu kadın cebinden bir çakmak çıkartıp çerçevenin altına tutmaya başladı. Dedim n'apıyorsun? Hiç oralı olmadı. Resmi oynatmaya çalıştım, kurtaramadım. Arka tarafa yardım etmeleri için seslendim, bir bakmışım ışıkları kapatmışlar kapıları kitlemişler gitmişler.

Madem durum bu, duruma el atmalı, kadını dürttüm. Kadın olduğu gibi yere yığıldı sanki bir heykel. Yüzünden sabitlenmiş deli bir gülümseme, elinde ise hâlâ yanan çakmak. Buradan kaçıp gitmeli diye düşündüm, kadını sürükleye sürükleye odanın köşesine bıraktım; bir bez alıp resmin çerçevesindeki parmak izlerimi sildim. Sonra uyandım.

Biraz tuhaftı.

24 Eylül 2009

Londra'nın gözü mü çıktı canım?!

Pek sayılmaz. Bugün o dönme dolaba bindim. Güzel bir manzaraydı. Doğrusu Londra'yı tepeden, elimde harita ile kıyaslayarak inceledikten sonra artık kaybolacağımı hiç sanmıyorum. Fakat kent sandığımdan çok daha dolu doluymuş. Gez gez bitmiyor. Gezilesi belli başlı mekanlarda saatler geçiyor; ve üstelik her yer saat 17'de kapanıyor ve ben evden en erken 12'de çıkabiliyorum.

Fena kent değil ya, oldukça canlı, heyecanlı. Bugün metrodan çıkarken arkadan polisin biri "Açılın, çekilin yoldan!" diye bağırıyordu. Çekilince bir baktık dört polis bir kadını kelepçelemiş, yaka paça götürüyor. Heyecana gel. Acaba ne yaptı kadın.


Bakalım bugün çektiklerimden daha iyi fotolar çekecek miyim ileriki günlerde. Madam Tuso'ya gittim çünkü ve tek başına delirmemin bir sebebi olarak önüme gelen insanı çevirip abuk sabuk fotoğraflarımı çektirttim. Madam Tuso'ya bir arkadaşla girmeliymiş, onu öğrendim. En az senin kadar deli bir arkadaş, ancak o zaman çok eğlenceli olur. Yanlış anlamayasın, bugün de eğlendim.

Hyde Park'ta uzun uzun oturrabilmek isterdim, eğer ki kıçım nemli toprak sağ olsun rutubet almasaydı.

Haden.

23 Eylül 2009

Bazı meraklardan vazgeçemiyor insan, Kişi.


Neden vazgeçsin ki hem? Bugün British Museum'un karşısında bir dükkan gördüm. Vitrininde birkaç çizgi romanın kahramanları seçilebiliyordu. Yakınına gidince bunun bir çizgi roman dükkanı olduğunu anladım. İçeri girince yüzümdeki şaşkınlık ifadesi yerini koca bir gülümsemeye bıraktı.

Tıpkı filmlerden, okuduğum çizgi romanlardan, oradan buradan bildiğim gibi bir çizgi roman dükkanıydı bu. Tüm duvarlar yüzlerce cizgi romanla doluydu. Rengarenk, her tarafta her konudan her yaşa hitaben materyaller. Rafların tepesinde çok eski bazı çizgi romanların kapaklarını görebiliyordun çerçevelenmiş bir halde.

Dolandım biraz, küçük bir dükkandı. Sonra aşağı inen merdiveni vark ettim, çok dar bir dönen merdivendi. İnince aşağı bu sefer kendimi bir manga cennetinde buldum. Kİmi okuduğum kimiyse ismini duyduğum yüzlerce manga serisi. Uzunca bir süremi bu mangaları karıştırarak geçirdim.

Böylesi bir çizgi roman sever olduğumu kendim de bilmiyordum doğrusu. Aslında şaşılacak bir şey değil. Benim yaşlarımdakilerin bir zamanlar sarmış olması çok olası bir merak bu çizgiromanlar. Bence şimdiki çocuklar bu bakımdan biraz şanssız. Bizler efsane çizgiromanların ilk çıktığı zamanları gördük, onları takip ettik. Sonraları bu alışkanlığımızla mangalar okuyabildik (sadece bazılarımız.)

Gerçi tipik Amerikan çizgi romanlarından pek hazzetmiyorum. Ancak çizgi roman deyince akla illa ki bunlar gelmemeli zaten. Orada, raflarda, tipik Amerikanlardan sayılmayacak çok önemli çizgi romanlar var. Bugün, çok başarılı romanların kapsadığı konu ve hisleri çok farklı bir etkililikle başarılı bir şekilde anlatan birçok çizgi roman sayabilirim sana.

Şİmdi soruyorum kendime, neden o dükkanın fotoğrafını çekmedim ki ben? Sık sık yanımda fotoğraf makinesi taşıdığımı unutuyorum.

Bugün de bol bol yürüdüm. British Museum'a gittim ve orayı gezmek için apayrı bir güne ihtiyacım olduğunu anladım. Malesef bu seferki ziyaretimde bunu gerçekleştiremeyeceğim. Belki bir sonrakinde. Yarın ise National Gallery'e gideceğim. Muhtemelen orası için de aynı şey olacak. Çok şeyi ard arda sıkıştırmaya çalışıyorum. Bir de yanımdakileri gereğinden fazla oradan oraya sürüklemek istemiyorum. Beni misafir bellediler diye kendilerini çok hırpalıyorlar. Onlara nasıl anlatırım bilmiyorum, beni gezdirmekle yükümlü olmadıklarını.

Eh, yapacak bir şey yok. Kendi kendilerine çektiriyorlar.

Haden, görüşürüz.

22 Eylül 2009

Penceremde çayır çimen kokusu, Kişi.

İngiltere'deyim. Londra. Çeşit çeşit yüz, istediğimden de fazla İngiliz aksanı, kalabalık capcanlı dopdolu sokaklar...

Camden Market'e gittim, daha sonra ise merkezde dolaştım. Tüm bu süre boyunca İngiliz aksanında söylenilen her kelimeyi yüksek sesle taklit etmek istedim. Kaç defa bağırmak istedim "I'm na fokin her!" diye, anlatamam. Ilgın'ın kulakları çınlasın.

Bu arada Londra halkı hakkındaki ilk izlenimlerim, onların oldukça sevecen ve yardımsever oldukları taraflarındadır. Kime yön, yol, yordam sorsam yardımcı oldu. Beşinden ikisi esprili çıktı. Falan filan fıstık işte. Tek bir günün deneyimiyle sonuca varmamalı belki de. Yine de fena bir yer değil.

Ve iki gündür hava güneşli. Bu aylarda böylemiş. İngiltere'nin o gelişigüzel, tuhaf yağmuruna yakalanmadım daha yani. Hevesle (!) bekliyorum.


Ve şu metro işi oldukça karmaşık. Fakat sanırım az çok anladım. İlk gün için şaşılacak bir şey değil bu kafa karışıklığı. Üstelik tüm bu süre zarfı boyunca Ece ve Sinem ile birlikteydim. Yani problem çözmek için uğraşmam gerekmedi, hep onlar yönlendirdiler beni. Yanımda yol gösteren birileri varken nereye gittiğime ya da nasıl gittiğime pek dikkat etmiyorum. Yalnız onlar da Londra'da yeni sayılırlar, o yüzden bazen hep birlikte kafa yormamız gerekti.

Ayrıntılara girmeyeceğim. Yarın vaktimi biraz müze falan gezmeye ayıracağım. Bir de Soho'nun dükkanlarına bir göz atarım belki ;) Bugün pek dolaşamadım sokakları dilediğimce.

Şimdi, biraz düşünceden bahsedeyim.

Bir zamanlar bir etkileşime inanırdım. Duyguların fikirleri değiştirdiği gibi fikirlerin de duyguları değiştirdiğini düşünürdüm. Bir duruma düşünsel yaklaşımınız ne hissedeceğinizi belirleyebilir. Ya da ani bir duygu yoğunluğu tüm aklınızı başınızdan götürebilir ve bir konu hakkındaki fikirlerinizin ne şekilde olacağını belirleyebilir. Bu çok hızlı oluyor, duygular ateş gibi. Öte yandan düşünce şeklinizde zaten var olan hislerinizi ya da hissizliğinizi değiştirebilirsiniz fakat bu çok daha uzun süren bir şey. İnsan bu ikincisini yapacak sabıra ve zihinsel disipline sahip oldu mu sanırım aşamayacağı çok az engel kalır.

Buna inanırdım. Fakat şimdilerde bunun biraz ütopik olduğunu düşünüyorum. Ya da eskisi kadar sabırlı ve iradeli olmadığımdan ve dolayısıyla da bunu bahsettiğim aklın duyguları şekillendirmesi/yönlendirmesi işini beceremediğimden artık bu düşünceyi takip etmeyi bıraktım diyelim.

Yeter bu kadar yazı sanırım. Burada saat 00:49. Türkiye'de olsam 02:49 olurdu. Eh, Türkiye'deyken saat 3'te 4'te yatmaya alışmış olmam burada işime yaradı. Geç yatma alışkanlığımın bu şekilde işime yarayacağı aklıma gelmezdi.

Şimdi, bu yazıya bir iki foto ekleyip bitireyim.

Haden.

19 Eylül 2009

Uzundur çember fikrimden ketum geceler.

Battı balık yan gider misali madem bu saate kadar durdum, bari bloga bir şeyler yazayım dedim.

Bu kadar.

'Bu, şiirin sonudur.'

16 Eylül 2009

Aay ay, Kişi, bak ne anlatacağım.

Şu internet pek kötü kaç gündür. Sanki bana "Bırak artık, girmeye çalışma aynı siteye tekrar tekrar. Pes et, kalk git dolaş" diyordu. Öyle de yaptım. İyi oldu.

Kişinin okuduğu, izlediği, dinlediği her şey bir şekilde hafızaya kaydoluyor ve biz fark etmesek de asla silinmiyorsa; bu durumda aklımıza soktuğumuz bilgi, görüntü ve seslere özen göstermemiz gerekmez mi? Misal, okunacaksa eğer kaliteli yazın okumalı, gerçekten sevdiğin iyi müzik dinlemeli, seni düşündürecek şeyler izlemelisin. Düşünsel derinliğini artırmak ve anlayış, kavrayış ve yaratışını güçlendirmek istiyorsan bunlara dikkat etmeli.

Öte yandan çok derin olmak yaşama bakımından ne kadar pratik? İnsanların büyük bir çoğunluğu bu konulara özen göstermiyor. Çoğumuzun okumadığı, okusa da eleştirmediği ya da fikrini paylaşmaktan kaçındığını göz önüne alırsak; birimiz kendini aşıp da düşünsel bakımdan birkaç adım öteye geçtiği takdirde doğrusu toplumda kendisine yer bulmakta zorlanacağını düşünüyorum. Hem fikrinle çok ileriye gidip hem de gerektiğinde diğerlerinin seviyesine inebilmek mümkün mü?

Bu son soruyu Ters Tepki'ye taşıyacağım.

Diyeceğim o ki, sığ kalarak yaşamak daha kolay sanki. Ama bir defa ötesini tadınca, huzursuz olmaya başlıyorsun.

Başka başka... Beynim durdu yine. Bir saatten sonra blog yazmak pek olmuyor sanırım.

Neyse işte, görüşmek üzere.

13 Eylül 2009

Mekanik işleyen fikrin bitkisel uğraşı

Bir ağaç bir sarmaşık

Taş duvarlı taş ev başım

Senin böceklerinin işgâli altında



-------------------------------------------------------------------------------------------------
P.S. The photo is from deviantart and has the label of it's creator on it.
However, I couldn't make up who is him/her.

Evet, biliyorum, bir daha şiirimsi koymayacağımı söylemiştim sana. Arada bir böyle kısa şeyleri koymakta bir sakınca görmüyorum. Herhalde bir dergiye yazı göndermeye karar versem daha uzun şiirimsilerden seçerdim.

Kişi, yağmurlu günler yazmak için ideal derler; inanma.

Yani, benim için değil en azından. Az evvel birkaç sav vardı aklımda, şimdi unuttum. Ama genel kanının doğru olmadığını söylemem yeterli olur herhalde. İnsanlar, dışarı çıkmadığın yağmurlu günlerde, sadece evde olduğun için oturup yazı yazmanın ideal olduğunu düşünüyorlar. DEĞİL! İnsanın içi daralıyor be!

Onun yerine kendimi ev işlerine verdim. Ampülleri değiştirdim, maktapla bir yerleri delip bişileri monte ettim falan. Böyle havalarda nedense daha bir şiddetli olan ağrıma rağmen yerimde durmak istemedim. Böylesi bir huzursuzluk akla zarar.

Her şey biribirine bağlı mı yoksa tamamen gelişigüzel mi? Olumlu Varoluşçuluk ve Abzürd Yokçuluk'un iki uç görüş olarak konu edinildiği filmi anlamak için çok kastım doğrusu. Filmin sonunda bu ikisinin ortası bir görüş, karakterlerin birinin 'aydınlanması' oluyor. Gerçekten de hep böyle olmuyor mu? Yani, az çok temel felsefi akımları biliyorum. Çatışılan birkaç ortak nokta dışında hepsinin kendilerince haklı oldukları noktalar var. Biraz ondan biraz bundan bu haklı noktaları kapınca ortaya karışık fakat düşe kalka da olsa işleyen bir şeyler çıkıyor. Uçlarda gezinmeye gerek yok.

Haden.

12 Eylül 2009

"Bu saç da nerden çıktı?"

dedim günün ilk cümlesi olarak, lavaboya bakarken. Uzun, açık kahverengi bir saç. Akan su ile giderde kayboluşunu izledim. Sonra bunun ilk cümlem olduğunu fark ettim. Gün içinde kurduğunuz ilk cümlenin farkına her zaman varamazsınız.

Dün geceyi düşündürdü bana. Anlık verilen kararların getirdikleri her zaman iyi anılar olmuştur. Bu altın sikkeyi de sandığımdaki diğerlerinin yanına koydum diyelim. Hatırlanası zamanlar. Ölüm anındaki uzun metrajlı filmimin sıkıcı olmaması için elimden gelen her şeyi yapıyorum. Koca bir ömrü izlerken uyuyakalırsam kendime ayıp olur.

İkilemde olmak, ikilemin sana harcattığı vakit ve kaçan fırsatlar. İşte, düşünmeden verilen kararların güzelliği tamamen sizin olmasıdır. Kişiliğinizin farklı taraflarının çatışmasına mahal vermemiş oluyorsun. Bilinçaltından ortaya atılan fikri sorgusuz sualsiz kabul etmek bir nevi gerçek kişiliğinizin yansıması değil midir? Yine de korku önemli bir etken. Bir zamanlar buna dair bir roman okumuştum. Romanın bir bölümünde, korkaklığın insanı hayatta tutan şey olduğunu savunuyordu karakter, cesur olana tepeden bakarak. Haklılığı tartışılır. Duruma göre değişir aslında, her şey gibi.

Film dedim de, Inglorious Basterds isimli film cidden ona yetişmek için arabayla yapılan hıza ve ayrılan 3 saate fazlasıyla değdi. Elbet tek başıma izleseydim bu kadar zevk alamazdım. Filmin iyi sahnelerine yanımda oturan kişinin verdiği tepkilerin, benim verdiğim tepkileri gaza getirdiğini fark etmek ilginçti. Edilgen olmak hiç bu kadar eğlenceli olmamıştı.

Hız demiştim bir de, abartıyorum şu son zamanlar. Normalde gideceğim yere ne zaman varacağımı iyi hesaplarım, ona göre çıkarım. Fakat ola ki planladığımdan geç çıkayım ya da yoldan sıkılayım ya da gece vakti uyku bastırmadan menzilime bir an önce varmak isteyeyim, gazı köklüyorum.

Ben fena bir sürücü değilim, yapamacağım şeyleri yapmam, büyük risklere girmem. Fakat hız yapmayı severim, motorun sesi bir zamanlar metal müziğin bende uyandırdıklarını hissettirir. Altımdaki araç da bu hızları, o virajları ve benim kullanım alışkanlıklarımı kaldırabiliyor.

Fakat ya bir lastik patlarsa? Hım, en azından heyecanlı olur. Ancak bunun korkusuyla yaşayacak değilim.

Ne diyecektim ben sana, Kişi? Aklımda bir fikirle başlamıştım bu yazıya halbuki.

Babamın gençliğinden bir fotoğrafı gördüm az evvel. Hacettepe Üniversitesi'nin merkez amfisinde (o zamanlar Yıldız Amfi derlermiş) diğerleri fotoya poz verirken benimkisi oturmuş gülümseyerek bir şeyler yazıyor. Çok tuhaf ya, babamı ben hep yaşlı biliyorum. Şimdi bakınca, dikkatimi üstünde toplayamıyorum onun. Fikrey Bey'i bir kişi olarak düşünemiyorum. Hayatlarının eski zamanlarına dair bu fotoğraf gibi kanıtları görünce, o kişinin sadece benim babam olmaktan ibaret olmadığını, bir geçmişi olan bir kişi olduğunun ayırdına varıyorum az biraz. Malesef bu geçici oluyor.

Harbi, ben neyden bahsedecektim?

Tıpır tıpır yağan yağmur iyi geldi. Islanmak güzeldi. Bu havada evde olmak pasif bir hoşnutluk veriyor olsa da bana, yağmurdan kaçar vaziyet dışarıda olduğum zamanlar aldığım zevki hatırlamadan edemiyorum. Bir an, keşke bu havaya dışarda, sokakta yakalansaydım diye düşünmedim değil. Gece vakti, ıslanan kaldırım taşlarından sokak lambalarının ışıkları yansıyacak.

"Hoşgeldin bebek!
Sana ilk ben söylemek istedim:
Öleceksin!"

desem doğan bebeğe ilk olarak. Çok acımasız belki fakat doğru olurdu. Annesi ağzıma sıçardı herhalde.

Ben hatırlayamadım gitti şu diyeceğimi. Yapacak bir şey yok, başka girdiye artık.

Haden, gittim ben.

09 Eylül 2009

KAÇ, KİŞİ; GELİYOR!

Mutluluğun değişimden geçtiğini söyleyen pek zeki takılan bir yazıyı okuduktan sonra yapmış olduğum değişikliğin nasıl da iyi geldiğini düşünüp ardından bu değişikliğin geçiciliğinin pek bir acı verdiğini fark etmedim değil hani. Yani, değişiklik kalıcılaşmadığı zaman ve sen eskiye döndüğünde elde sadece hatırlanası anılar kalıyor. Sonra sen an geliyor ve dolunaya karşı tek başına rakı içerken boş boş sulara uzaklara bakıyorsun. Tabi, o zamana kadar ciğerin kaldıysa.

Hem kendini koparmak hem de bağlanmak isteğinin sorumluluğunu çift kişiliğe ya da astroloji burçlarına ya da uzun boyunlu bir kediye yüklemek doğru değil.

Ben benden bir şeyler bekledim ben baktım baktım anlamadım ya da anladığımı sandım ama anlamadım ama aklımda bir şarkı çalıyordu o an ve çok alakasızdı ve anlayışıma etki ediyordu n'apayım? Suç şarkılarda belki de. Şarkı dinlemek güzel şey, söylemesi daha güzel ama. Var olan yeteneklerin zamanla yok olmasını neye bağlarım?


Yenilen yemekler iğrençleştikçe kilo alıyorum, beden sindirmek istemiyor sanki. Mide kaçıyor korkak mide. Mide ile bir çift laf etsem acaba kendisini satmaya ikna edebilir miyim. Ya da diğer organları? Kendilerini satacaklar. Organlarımın pezevengi olacağım. Bir geçici ölümü kendimi asarak tadabilirim, eminim geride muhteşem bir görüntü kalıyordur. Acaba arasam o görüntünün resmini yapacak bir manyak bulabilir miyim? Bir intiharım kendini şimdi belli etse intiharın sebebi korkaklık olurdu. Parlak gözler, yaşama korkusuyla kör. DUyulan şarkıları TÜrkçe'ye aynı etki ile çevirmeye çalışmak. İnsanların bu sözleri yer yer benim sanması ve benim gidip durumu açıklamam. Öte yandan İngilizce'sini de söylesem tanımayacaktı. Daha sonra ise kendime ait olanların aslında bana ait sayılmaması.

Yaşamak için bu kadar uğraşmışken, ölmek niye? Hem yazacak daha çok şey olsa gerek. Yani, umarım öyledir.

Çok uzağa gittiğimde, denizlerin ötesine, bir an durup düşünecek ve derin derin iç çekecek misin? Yapsan peki bunu ben hissedecek miyim? Ne saçmalıklardır belki de hissettiğini iddia etmek ve buna gerçekten inanmak, halbuki yaptığın sadece bilinçaltında olasılıkları hesaplamaktır ve sen bunun farkında bile değilsindir.

Yetsin mi bu kadar? Yetsin. Öte yandan iyi geldi gibi. Daha yazarım aslında. Acaba bu iş için ayrı bir blog mu açsam? Gerçi, normal düşüncelerimle bunları ayırmak zor olur sanırım. Bir jüri bulacağım. Jüri dedim de, pek okuyanım yok aslında. Bildiğim iki tane hanım var. Ya da sorun pek yorum yapılacak şeyler yazmamam. Ya da yorum yapmaktan çekiniliyor. Ya da yorum yapacak nitelikte okuyanım yok. Ya da ya da ya da ya da...

Aynı güne iki tane yazı yazarak diğerini öldürüyor muyum acep.

Köprüden atlayanlara selamlar!

Arts by ILIKESURREAL and creeps2002, respectively @ DeviantArt

08 Eylül 2009

Al işte.

Yalancı değilim, dün İstanbul'da kalmaktan bahsederken ciddiydim. Öte yandan yağmuru hesaba katmamıştım. Sonra başka şeyler de oldu olmadı, ben İzmir'e dönmek için yola koyulmuştum.

Yol uzundu, sıkıcıydı, kapalı ve bunaltıcıydı. İçtiğim kahvenin tadı yoktu. Yediğim sandviçi geri çıkartacaktım neredeyse... İzmir'deyim şimdi ama bilincimi kapı eşiğinde bıraktım.

Öte yandan buraya sana bunları anlatmak için gelmedim.

Üç madde: Cart yeşil göl, kırmızı güvercin ve yarım gülüşlü karizmatik bebek.

Minibüsle Esenler'e giderken, köprüden geçmeden evvel sağ tarafta bildiğin fıstık yeşili, sanki boyayla dolu bir gölet vardı. Aklıma ilk olarak radyoaktif olabileceği geldi. Bilirsin, yeşil göletler hep radyoaktif olurlar. Sonra bir göletin bu kadar nasıl kirlenebileceğini merak ettim. Ardındansa göletin etrafındaki canlı çimenlere ve gür ağaçlara bakarak göleti bir ressamın paletindeki yeşil rek boya olarak düşündüm; aslında o göleti bu ağaçları boyamak için kullanıyordu... Pis herif.


Soluk kırmızı bir kuş gördüm metro, Esenler otogarından kalkarken. Zapzayıf bişiydi. Mantıklı aklım bana manyağın teki tarafından boyaya batırılmış zavallı bir hayvan dedi. Ardından sadistçe tüyleri yolunup güneş altında yandığını düşünüp güldüm. Bunu Ilgın'la paylaşmak istedim. Günüme katabildiğim ilginçliği Ilgın'a ilan etmek istedim. Bak! Kırmızı bir kuş gördüm!

Ve son olarak yarım gülüşlü karizmatik bebek. Bizi uçacağa götürecek otobüse binmek için sıra beklerken, başörtülü annesinin omzunun üstünden bana bakıyordu normal bir şekilde. Maviler içinde olmasından, erkek olduğunu çıkardım. Bana bakınca otuziki dişimi gösterim sırıttım pişmiş kelle gibi. Bebek benim bu salak hareketime hiç tepki vermedi. Sonra dayanamayıp yapabildiğim en geniş şekilde gülümsedim. Ah, tanrım, bu bir gülümsedi bana... Bir bebekte böylesi bir yüz ifadesi nasıl olabilir? Yarım yarım gülümsedi, gözleri kısıldı, yapabilse tek kaşını kaldıracağından eminim. Ben orada öldüm bittim. Karşılıklı gülümseştik uzun uzun. Gözümden sakındım bir an. İçimden tuhaf sesler çıkartıp bebeği kahkahalara boğmak geldi. Fakat öyle yapsam annesi ne yapardı bilmiyorum. Günümün doruk noktası bu bebekti anlayacağın. Fotoğrafını çekebilseydim keşke. Ancak o an aklıma gelmiş olsaydı dahi, yapabileceğimden emin değilim.

Ah, Kişi, gelsen de şu ağrımı benden koparıp alsan... Bir his var, sanki önümüzdeki günler büyük hatalar yapmama gebeymiş gibi. Öte yandan bir gecenin hissini koca bir geleceğe yormamalı.

Gel, dans edelim bari.

Gerçi, tanrılar yalnız dans edermiş.

1st Art by alarie-tano @ DeviantArt
2nd Art by kiwigrass @ DeviantArt

Sonsuz ol diyemedim be Kişi.

'Ağacı da ihmal etmemeli;
Bir kere öldün mü dirilmenin
Sırrını öğrenirsin belki de'

demiş Cahit Sıtkı Tarancı, Etraf Konuşurlarken isimli tuhaf şiirinde. Adam eşyalara ve insan dışı cisimlere takmış şu sıralar okuduğum şiirlerinde.

Öldüm mü acaba? Dirildiğimi söyler miydim emin değilim. Fakat hâlâ yaşamayı tercih ettiğimden eminim. Yoksa burada olmazdım herhalde. Ya da biraz daha kalmayı düşünmezdim.

Bir gün daha geciktireceğim dönüşümü. Hâlâ evime dönüp durulmaya gönülsüzüm. Şu huzursuzluğumla ne yapacağım merak ediyorum. Ömür boyu gezip duramam ya. Ya da gezerim de, bana benim gibi yerinde duramayan birisi lazım. Gezenti bir kız bulayım kendime. Malı mülkü de kiraya veririm, kira geliri ile gezer dururum. Ne dersin, Kişi? Sen gelir misin benimle?

Bu arada genelde ölümden ve yalnızlıktan bahseden Tarancı, bir ara abazanlığın dibine vurmuş anladığım kadarıyla.

Diyor ki;

Kadın Göğsü

'Bir kadın göğsü başlarsa konuşmaya
En güzel deniz olur;
En sakin demiyorum.
Başın döner dalgasından.
Nereye gittiğini unutup
İntihar etmek istersin,
Baktıkça bu muhteşem denize.

Vapurdan atlayanlara selâm.'

Göğüslerin konuşmaya başlaması zaten çok ciddi bir durumdur. Şaka bir yana, bu muhteşem denize baktıkça intihar etmek istemek cidden şairane be. Sevdim bunu. Ve bu ortak bir vaka, her erkeğin başından geçiyor be.

Diyecek bir şeyim yok. Saat 2 oldu zaten, yatıp uyuyayım. Yarın anneanne kişisi gittiği yerden dönmeden toplanıp çıkarsam uzun süreli bir vedalaşma faslından yırtmış olurum. Zaten o yatmadan evvel görüşmeyecekmişiz gibi öpüşüp sarıştık. Yarınsa kahvaltıya bana pizza bırakacakmış... Kim demiş eskiler sağlıklı besleniyor diye. Sabah sabah pizza mı?! Öte yandan ona göre çok normalmiş. Sabah kahvaltısı gibi, dedi bana, içinde peynir var ekmek var sucuk var daha ne istiyorsun?

Bu mantığa verecek bir cevap bulamadım.

Bugün yürüyüşe çıktığımda yağmur çiseliyordu. Hava serindi, üstüme ceket almam gerekti. Sonbahar geldi be Kişi...

Haden, Kişi.

Vapurdan atlayanlara selâm!

Art by hakota and CasheeFoo, respectively and respectfully @ DeviantArt

07 Eylül 2009

Pervanesi dönüp duran rüzgâr türbininden gözlerimi alamıyorum, Kişi. Ne lanet bir şeymiş bu ya, sanırım delireceğim. Kahvaltı çatalı ile saldıracağım sonunda. İzmir'e deli gömleği ile döneceğim.

Pervane gibi döneceğim!

Şimdi, Kişi, günümü adım adım anlatmama meraklı değilsin, hm? Zaten benimle birlikte değil misin sen hep? Burada kendi kendime oyunlar oynuyorum.

Sondan başlayacağım. Aslında çok yaşlı olmayıp da müthiş yaşlanmış tatlı bir kadının evindeyim bu gece. Ufak tefek bu kadın, yanında kendimi dev gibi hissediyorum. Ona sarılırken canını acıtmaktan ölesiye çekiniyorum. Bütün gece anlattı da anlattı. Eve ilk geldiğimde sesi, uzun süre kimseyle konuşmamaktan dolayı kısılmıştı. Saçları ak ak olmuş, biraz kilo almıştı."

Bana en son 5 sene evvel geldiğimi söylereyerek sitem etti. Emin değilim doğrusu, ben iki sene evvel annemle birlikte geldiğimden emin gibiyim. Bir ara sormam gerek anneme. Cidden en son geleli 5 sene olduysa ben öleyim ya hayırsızlıktan...


Şimdi güne dair hislerim ve düşüncelerim. Doğrusu bu gün aklım kesinlikle yerinde değildi. Bugün çok sıkıcı bir adamdım, kendimden sıkıldım resmen. Kafamdaki sesleri konuşturmak için uğraştım, fakat pek bir çekingendiler. O yüzden zamanın çoğunda etrafıma bakındım, insanları dinledim, söylenilenlere cevap vermeye çalıştım fakat bunların hiçbirini aynı anda yapamadım. Üzgünüm, insanlar, bugün gerizekalıydım.

Yine de başıma değen soğuk su damlalarının, dik bir yokuşun, çikolatalı muffinin, bir boy aynasının, sıcak bir kestirmenin, şişman bir kadının, bileğe takılan kırmızı nazar boncuğunun, bir klik sesinin, denize atlayan insanların, yeşil bir bluzun, bir çift gözlüğün, köprüden geçen araçların, fincanın kenarından bir parmak telve çalınmasının, bir bakışmanın, izmire dair verilen sözlerin, aşılan boğazın, güzel bir omzun, esen rüzgarın ve otobüsün basamaklarına tırmanan iki çift ayağın imgeleri var gözümün önünde. Anlamları var bunların. Tüm bunlardan bir isim tamlaması yapmaya çalışsam becerir miyim acaba... Hmm...


Ve günün sonunda yine kendi başıma kaldığımda, dizginleri ele alma gereksinimi beni kendime getirdi diyebilirim. Dolana dolana oldu fakat yine de vardım menzilime!

Şimdilik bu kadar. Yarın boş vaktim olacak biraz. Herhalde bir şeyler daha yazarım.

Görüşmek üzere.

Foto 1 : volkanersoy @ DeviantArt

Foto 2 :antistarlykan @ DeviantArt

06 Eylül 2009

Evet, Kişi, sana daha önce yazmamı bekliyordun belki, biliyorum.

Fakat gittiğim evde internet yoktu, o yüzden iki günlük bir aranın ardından ancak şimdi yazıyorum. Bir nefes almışsındır herhalde.

Sana geçen günlerden bahsetmeyeceğim. Fakat özetle birkaç histen bahsetmekle başlasaydım, şu geçen günlerde kendi kendime yetebildiğimi yeniden fark etmemin doygunluğu ilk maddem olurdu. Uzun süredir maruz kaldığım evin arabanın, bilindik şehrin ve avare boş günlerin rahatlığı ve huzursuzluğu içinde doğrusu kendi yapabildiklerimi unutmuşum. Unutmak hem iyi hem de kötü olabiliyor hani. Şimdilerde bu sevmediğim şehirde, suratımda salakça bir gülümsemeyle dolaşıyorum. Bu salakça hoşnutluğu özlemişim. Yalnız ve bulunduğum yerle tamamen alakasız olmayı özlemişim. Ne bileyim işte, özlemişim.

Ve doğrusu, yalnızlığın tatmin ediciliğini bir yana koydum; dostlarımla bir araya gelip bu ayrı gayrılığı paylaşmanın tadı da özlediklerim arasındaymış. Ilgın'ı burada da rahat bırakmadım tabi ki ve bundan pişman değilim (buraya kötü adam kahkahası efekti koydum varsayın.)

Hm, daha yazardım aslında. Fakat kısa kesmeliyim, hemen dibimde uyumaya çalışan bir İbrahim var. Adam şimdiden iki kere döndü bile.

Kısa bir saçmalamayla bitiriyorum:

Gel gelelim gittiklerinde de aslında bana geliyorlardı. Gerçi gecikmeli hatırlamaların onda yaşlı adam halleri uyandırdığını dışarıdaki bağırgan kadın da bilemezdi doğrusu. O kadın ettiği sahur muhabbetiyle pek bilge bir kadın. Peki ya dönen kilitlerin sesi nereden? Kilitlerin ne yöne döndüğünü bilemiyorum, ben bir hırsız değilim. Benim bir hırsız olduğumu düşünenler şu numarayı arasınlar diyeceğim. Bu arada doldurulan ve dondurulan anların kalıcılığını gel de bana sor. Sor ki bilesin ya da bilmediğini öğrenesin ya da bildiğini sanasın ya da bilmekten pişman olasın ya da artık her ne ise. Bu geçen otobüsün motorları neden bu kadar bağırıyor? Kirlenen hava mı, çevre mi, atmosfer mi, nefesim mi, ciğerlerim mi, ben mi, bulanan aklım mı?... Bulanık sularda yüzen balıkların birbirini tanıdığını hiç sanmıyorum. Selam bile vermiyorlar ya işte. Oltaları da görmüyorlar, atılan ekmekleri de, geçtikleri suların diplerine çökmüş batık kalıntılarını da.

Sana numarayı vermedim değil mi? Çok çakalsın, Kişi.

Haden, görüşmek üzere bir ara yine. Belki bir dahaki yazışımda yaşlı bir kadının yanında olacağım. Mutlu olursa ne güzel. Geleceğimi sorarsa, ne güzel. Muhtemelen oturup birlikte dizi izleyeceğiz. Sevgili kadın, nelere gebeydin sen. Acaba aklına gelir miydi dolaylı yoldan da olsa bana sebep olacağın?

Uzattım yine. Haden demiştim değil mi?

Evet.

03 Eylül 2009


200. girdide ne olmuş olacak, Kişi, merak etmiyor musun sen? Ben ediyordum, bir saat önceydi. Bir saat sonrasında meraksızım.

Ne acıdır ki şarkıları susturdum, kendi düşüncelerime de yer kalsın diye. Kendi düşüncelerim acı çikolata gibi, ağzımda kötü bir tat bırakıyor; eski güzel tattan eser bırakmıyor. Karşılıklı oynanan bir oyun gibi, kafamda pas atılıp duruyor.

Şarkılar iyiydi, sana belli düşünüş kalıpları sunuyor. Şarkılarda aşık da olursun, şehit de.

Ve adım adım, bir şeylerin katline doğru gidiliyor. Mete, dursan ya artık?

Şimdi, yukarıda yazdıklarımdan bir şey anladıysan ses etme; anlamadığını ummak sanırım daha iyi. Bundan ötesinde daha normal bir şeyden bahsedeceğim.

Kafatasının kumpir gibi açılması. Ah, olamaz, bir vidyo seyretme gafletine düştüm. Adam çok yüksekten denize atlıyor, aşağıda ise bir iskele var. Yeterince ileri zıpladığında sorun olmuyor denize dalmak. Eğer ki YETERİNCE ileri zıplarsan. Eğer ki bir an dengeni kaybedip YETERİNCE ileri zıplayamazsan, balıklama betonun kenarına çarparsın... ARGH! Çığlıklar, denizin kana bulanması falan... Üstelik bunu gece vakti izlemem iyi olmadı, an an aklıma aklıma adamın hastanedeki hali geliyor. Hâlâ yaşıyordu, fakat nasıl bilemiyorum. Aklıma o çocuğun geleceği geliyor. Ah, yüzünün tanınmayacak hale gelmesi... İntihar için böylesi küçük düşürücü bir sebep!

Sonra aklıma başka bir vidyo geliyor... O da çok kötüydü... Ya, kendime yemin olsun, izlemeyeceğim bu tür şeyleri. Hayatını hastanelerde geçiren birisi olarak çok kötü şeyler gördüm, fakat yine de dayanamıyorum.

Yarın akşamına İstanbul'a gidiyorum. Ya da Cuma sabahına. Cuma günü salak gibi dolaşarak geçireceğim. Ardından gelen Cumartesi gününün hatırlanası bir gün olacağını düşünüyorum. Sonrasında Gebze'ye geçeceğim. Anneanneyi mutlu edip, en son kendimi İzmir'e geri yollatacağım. Bir yerlerde bir şeyleri gözardı ediyormuşum gibi geliyor fakat yapacak bir şey yok, hiçbir zaman çok iyi bir planlayıcı olmamışımdır. Planlama çabalarımı sonuna kadar sürdürecek kadar dikkatimi toplu tutamıyorum. Bildiğim bir şey varsa o da kendimi alıp yabancı bir ortama bırakıverecek olmam. Labirente bırakılan bir deney faresi gibi.

Sana resimdeki ahmaktan bahsedeceğim. Ahmaklık benimkisi. Kabul ederek bunun içine mi tıkılıyorum yoksa kendime çıkış kapısı mı açıyorum bilmiyorum. Bir şovalye gibi davranmaya çalışan boğaz kesici katil gibiyim belki de ve inatla boğaz kesmekten kendimi alıkoymaya çalışıyorum. (Değinmeden edemeyeceğim, gerçek şovalyeler asla bizim bildiğimiz gibi soylu ve iyi olmadılar; büyük çoğunluğu leş gibi kokan pis kiralık askerlerdi. Fakat benim bahsettiğim şovalyelik bizim bildiğimiz türden.) Ahmağın tekiyim ve bu yüzden kalp kırıyorum ve kıracağım.

Şimdiye kadar aklımdan ve kalbimden geçenleri dile getirmek hep kolay ve doğru oldu. Ancak artık emin değilim. Kaybedecek bir şeylerin olmadığında daha kolay oluyor. Ya da, nasıl desem, kaybedeceğin şeyleri umursamadığında. Gözü karalık bir nevi.

Yorgunum be. Sinirlenmek yaramıyor bana.

Bir şeyi özledim, fakat doğrusu neyi ben de bilmiyorum.

Haden, Kişi.

02 Eylül 2009

Not defterime düştüğüm birkaç gelişigüzel, belirli bir zaman sıralamasına tabi olmayan düşünceleri yazacağım sana, Kişi. Kaç.

  • Alış veriş yapan hanımların yanında gezmek sabrını, fiziksel dayanıklılığını, dişisel zevk algını ve dil kıvraklığını geliştirebilir. Devam etmeli.
  • Rengarenk ayakkabılarla gelen mutluluk. Fakat bir bedelinin olması samimiyetsizce. Para üstüne gelişen yaşam, mutluluk için sınırsız seçenek ve devinim sağlıyor; öte yandan tüm bunların parasal bir bedelinin olması bir şeyleri bozuyor . Bu hayata alışan insanlarsa buna göre değiştiler ve hâlâ değişiyorlar. "Her şeyin bir bedeli vardır." gerçekten bir doğa kanunu mu?
  • Ruhsal yorgunluk. Bu yorgunluğu sevgide, dostlukta, yani başkalarında gidermeye çalışıyoruz; fakat insan ilişkileri kendi içlerinde genelde çatışmayı da barındırıyor. Yalnızlık ise başlı başına ayrı bir ruh emici.
  • Belki de hepimiz yeniden doldurulması mümkün olmayan ayaklı pilleriz.
  • Huzur bulmanın ötesinde, huzur kaynağı olmak istiyorum sevdiklerim, etrafımdakiler için. Bu bir gaye olabilse, olsa, acaba ulaşılabilirliği var mı? Demek istediğim, uğraşılarak elde edilebilecek bir nitelik mi bu? Cevap ne olursa olsun, bir sırasının olduğunu biliyorum. Önce kendimi bulmam gerek.
  • Bir başkası. Bir başkası defterini neyle dolduruyordur? Bu, komşunun ne yaptığını merak etmek gibi bir şey. Tuhaf.
  • Tüm damarlarının cayır cayır yanması cehenneme özgü bir durum değil. Damara verilen bir ilacın bir dozu aynı işlevi görüyor. Röntgenciler!
Hepsini yazmayacağım tabi ki. Sonralara belki. Bazı düşünceler tuhaf olabilir ya da kulağa oldukça ham gelebilir; gelişen ve değişen şeyler bunlar. Şu anda aynı fikir ve hissiyatta olmayabilirim.

Misal, ruhsal yorgunluk konusunda şu anda o kadar da umutsuz değilim.

Ya da kapitalist bir yaşamın samimiyetsizliği konusunu pek kafama taktığımı söyleyemem, doğrusu sanki bu yaşamın bir parçası değilmişim gibi davranmak asıl samimiyetsizlik olabilir. Gereksiz yere, kendimi ayıramayacağım bir düzeni kötülemenin bir manası yok; kendi kendimi sıkarım o kadar.

Ayrıca, damarlarının cayır cayır yanması, ağzına metalik bir tat gelmesi ve bir an başının dönmesi herkesin yaşayabileceği bir deneyim değil. İlginç olduğunu söyleyebilirim.

Neyse işte, haden.

01 Eylül 2009

Bugün kahve içmedim, şimdi midem kötü. Ne dersin, Kişi, bir bağlantı olduğunu düşünüp kendimi kahveye bağımlı kılayım mı?

Biraz daha fazla okumam gerek galiba, salaklaşıyormuşum gibi hissediyorum. Hmm...

Aaa... doğru ya, Pınarı'ın doğum günüydü. Buradan da kutlarım! İyi ki aramızdasın be Pınar, bize biz olmamız için lazımsın sen. =)

Bu kadar.

Hov hov, Kişi, hâlâ yaşıyorum.

Gotthard diye bir grup. 90'larda ortaya çıkmış. 80'lerin Hard Rock müziğini yapıyor. Lipservice albümlerini dinliyorum, çok gaz oldum. Aslında size sevdiğim birkaç parçasını dinletmek isterdim. Geçen sefer dediğim gibi, fazla dinleyince kafam şişiyor ama yine de güzel.

Çok güldüğüm resimlerden birisi bak:



Bu kadar.

Haden.