02 Ağustos 2009

"Şey..."

"Olmaz."

"Ama..."

"Olmaz dedim."

"İyi de az önce..."

"Artık değil! Beklemeyecektin."

Altın parmaklıklı kapının kilidi çat diye yerinde oturdu. Son noktayı koyan bu metalik, yankılı ses olmuştu.

Kapıda kalan yaşlı adam, zaten doğru olamayacak kadar iyiydi, diye düşündü. Ellerini cebine soktu. Siyah gür saçları, kırışıksız yüzüne perçem perçem iniyordu.

Kapı açıkken girmem gerekirdi, diye düşündü. Aklım neredeydi? Yapacak bir şey yok. Şimdi uyuyacak bir yer bulması gerekiyor. Bir süre rahatsız edilmeyeceği, kapısız bir yer. Kapılar onu rahatsız ediyordu. Kapıların ne zaman kapanacağını bilmemek onu telaşa düşürüyor, telaşa düşünce hiçbir şey yapmıyordu. Tuhaf, her şey eşikten geçmeye bakıyor halbuki.

Bunun üstüne yaşlı adam rüzgara karşı kısa adımlarla apartmanlar arasındaki kapısız bir çocuk parkına gidecekti. Orada bankta uyuyacak, uyurken birkaç sarhoş genç tarafından eğlence olsun diye bıçaklanacak, o orada ölürken akan kanı ile boyanan toprağı üç gün sonra parkta oynayan bir çocuk dışında kimse fark etmeyecekti. Çocuk o toprakla bir kale yapacak, sonra çocuğa musallat olan ondan iki yaş büyük bir velet bu kaleyi bir tekmede yıkacak ve küçük çocuğa bir fiske vuracaktı. Bu olay üstüne çocuk bir daha o parka gitmeyecek, hep evde oturacak ve... ve...

Yok lan... Bu yazının gittiği bir yer yok. İlginçliğini kaybetti. Peki, o zaman ilk paragraftaki demir kapı, cennetin kapısı olsun? Belki o zaman daha ilginç olur. Adamın gittiği park, cehennem olsun. Adamın cehennemde heba olması ile çocuk cehenneme hiç uğramasın... Hm, sembolik membolik, bu sefer klişe oldu. Yok, bu hikaye girişiminden cacık olmaz.

-----------------------------------------------------------

Yukarıdaki gibi şeyler çıktığı için hikaye yazmıyorum sanırım. İlginç bir fikir gelene kadar durmalı. Bazıları sırrın çok yazmakta olduğunu söylüyor fakat bence işin içinde bir ilham, bir yazmaya değerlilik de var. Yazmaya değer değilse, anlatımın ilginç olmuş ne yazar? Eheh... Ne yazar dedim...

Sorun, şu son zamanlarda çok sık "birbiriyle bağıntılı hayatlar" temalı medyaya maruz kalmam. Sanırım bir şeyler yazmadan evvel, herhangi bir medyada maruziyetim üstünden vakit geçmesini beklemeliyim ki etkilenmem oldukça az olsun.

Bilinçlerini ve bilinçaltlarını yazıya döken insanlar tanıyorum. Bunu öyle güzel bir şekilde yapıyorlar ki, yazının kişisel olduğu bilgisine sahip dahi olsan okurken ilgini kaybetmiyorsun. Yalnız ne yazık ki bu yazarların akılları çok karışık, oldukça da karanlık oluyor. Ben de yapıyorum arada ya da yapıyordum; fakat benim yazdıklarım okunurken ilgi çekiciliklerini koruyorlar mı bilmiyorum. Sonra akla şu geliyor, bu yazıları okumak isteyenler yazarın acı çekmesini mi tercih ederler yoksa söz konusu yazar kişinin iç huzurlarını bulmalarını mı? Ben şu yazma işinin biraz yüce, huzurlu olmanın ise hafif sıradan olduğuna dair bir kanıya sahip olduğumdan sanırım biraz suçluluk duygusu hissederim.

Yalnız bu dediklerimi çürüten bir şey var; benim de aklım karışık, neden o zaman bir şeyler çıkmıyor? Hm... Düşünmek gerek. Ya da düşünmemeli. Aman ne bileyim be, sana ne hem?

Bugün hep evdeydim. Yarın Pazar ve hayat çok kalabalık olacak. Yine de yarın evden çıkmamın benim için iyi olacağını düşünüyorum. Kendi evimden sıkılmak istemem, değil mi? İyi de, nereye? Bu sorunsalı aşmanın bir yolu da, anlık kararlar vermektir. Sanırım Özdere'den kalkıp İzmir'e inmeyi, tek başıma bir yerlere gitmeyi (aklıma çağıracak, müsait kimse gelmiyor) ve oraya vardığımda bu tıklım tıklım sokaklarda ve bu sıcakta kendimi kaldırım taşlarında ve kafe masalarında aramayı düşünebilirim. Fakat bu, oldukça kuvvetli bir irade ve çelik gibi kıç kası gerektiriyor...

Hayattan üşeniyorum, biri tutup çeksin beni. Tercihen kan bağım olmayan birisi. Kanıma, alerji geliştirecek kadar fazla alışığım.

Şu son cümle beni bir başka düşünceye götürdü. Alışık olmak. Sevdiğim insana alışmaktan korkarım, sonrasında fark etmemeye başlıyorsun. Misal, kendi anneme o kadara alışığım ki, onun varlığı benim için bir şey ifade etmiyor. Fark etmiyorum, onda olan değişiklikleri görmüyorum, yokluğu bir duygu oluşturmuyor. Bu kötü. Ara ara, sevdiklerime dair geliştirdiğim köklü alışkanlıkları aşıp onlara yeni bir gözle bakmaya çalışıyorum fakat benim gibi bilinci her daim açık olmayan birisi için bunlar nadir zamanlar. Yani yetersiz.

Geçen sene nasıl da fark etmemişim mesela bu dönemleri? Diyorum kendime, Mete, nerelerdeydin sen? Ne yapıyordun? Allahaşkına (aşık olduğumdan değil), sen salak mıydın?

Öte yandan geçmişteki bir bene sözüm var, geçmişteki benlere laf etmeyeceğim. Bu, şimdiki beni gelecekteki benlerden de koruyor. Kim bilir ne salaklıklar yapıyorum şu sıralar.

Hayır, bu arada; tımarhanelik değilim.

Bir kişi kulağıma fısıldadı; benmerkezci olmaktan vazgeç evlat, çekilmez bir adam oluyorsun. Kendisi bilir kişiydi. Biliyormuş, peh!

Neyse, bu kadar yeter yine sanırım. Haden.

1 yorum:

ILGIN dedi ki...

kıç kası! (ayhh)