31 Ağustos 2009

05:31

Yoğurt ve ceviz...

Su kaynamadı. Uyuyan uyandı, bir şeyler söyledi ama sanırım benden daha sersem vaziyetteydi. Yarına hatırlayacağından şüpheliyim.

En azından açlığımı yatıştırdım.

05:10

Uyku yok ki bana, uyku yok ki bana, uyku yok ki bana, yaramaz çocuk uyku yok ki sana...

Sızlıyorum, Kişi, istesem belimi kırar mısın?

Gözlerim acıyor, fakat uyku yok ki bana!

Acıktım.

Zihin Kusuşu

Siper al, Kişi.

Akla gelip gelebilecek her türlü senaryoyu dalgaların ritminde tekrarla tekrarla tekrarla, derken nicedir aramadığın insanların aslında var olup olmadıklarını merak edersin de onlar da senaryolarına karışır ve bir nevi var olurlar. Ben hikayede sadece üç kişi olsun ister, repliklerini özene bezene inci gibi dizerken ne oldu da kendiliklerinden başka şeyler söylemeye başladılar da ben kendi kendime laf yetiştirmeye çalışır buldum şahsımı? Yapacak bir şey yok; kendi kendime kişi isimlerinden oluşan sonsuz renkte bir Rübik Küpü gibi evirip çevirdiğim şahsımın birkaç renkte ve isimde tutarlık göstermesini beklemek benim için bir umut kaynağı iken bunun bir suç olup olmadığını soruyorum kendime. Çelişkilerin adamı olmak, çeşitliliğin bir göstergesi. Orman gibi bir kişi. Ormanı ıslah etmek ne kadar akıl kârı?

Uzaydan girsem şu işte, tümden gelime baş vursam başım ağrır mı dersin? Tümünü geçtim, yek bir atomun içinde bir başka evren bulursam, ki bulacağımdan eminim, bıkıp o atomun yanında oturup kalmaktan korkarım. Peki bunu bulmaya ömür yeter mi? Sevgi yeter mi?

Ve gereksiz alınan yudumlar, seni esneten nefesler, tüylerini diken diken eden serinlikler... Bunlar olumlu şeyler fakat sen karamsarlığa kapıldığımı düşünürsen karamsarlığa kapılırım. Etkilenen yapıda bir karahindibağ çiçeğinin bir rüzgarda saldığı parçacıklar gibi gelişigüzel...

Körfezin ortasında uçan şeytan tüyünün orada ne işi vardı?

Bugün, bir türlü yazmaya başlayamadığım günlerden, Kişi. Sanırım şu gece yazmalarına fazla alıştım, gündüz vakti aklım nispeten ketum duruyor. Ya da ketumluktan ziyade yoğunlaşamıyorum desem daha doğru olur sanırım.

Dinlediğim müziklere bakıyorum da, çoğu hoş melodili pek sert olmayan müzikler. Müzik arşivinden birkaç heavy metal parça dinlemeye çalışıyorum, kafam kaldırmıyor sanki. Neden böyle olduğunu merak ediyorum. Ne zamandan beridir böyle?

Ben neden metal müziği severdim ki?

Düşünüyorum da, metal müziğin gümbür gümbür ritminin verdiği kudret duygusunu, soloların çığlıklarının yaşattığı kendinden geçmişlik hissini seviyordum. Ayrıca metal müzik sana sadece aşktan ya da kişisel duygulardan bahsetmez, bahsetse de bunu çok farklı açılardan ele alır. Elbet bir yığın değişik alt türü var, fakat ben bunları bir bütün olarak ele almak istiyorum: Metal müzik sana bir hikaye anlatır, kelimelerini özenle seçer. Birçok değişik konuda olabilir. Ölümden de bahsedebilir yaşamdan de, ölüm isteği ve yaşama güdüsü, kötülük ve iyilik, şeytani şeylerden ya da kutsallıktan Bunları söylerken bağırmaktan çekinmez. Çekinmez diyorum, metal müzik öfke, kıskançlık, hırs, isyan, aldırmazlık gibi duygulardan bahsetmekten kaçınmaz. Bunlardan bahsederken de oldukça 'duyguludur'...

Ve artık pek kafam kaldırmıyor. N'oldu kine?

Art by Ender008 @DeviantArt

29 Ağustos 2009

This is a matter of from where you're lookin at it.

Do you inquire you can be young and beautiful and sexy and all?

Yeah, sure, in your dreams.

Then I wonder whether I can be your lover for-kind of-ever?

Well, yeah... It seems "in my dreams."

God, I love imaginative and smart-ass girls...

------------------------

Yazıyı belki yetersiz belki de daha özel kılan, onu okurken tonlamasını kendi kendinize yapmanızdır.

Gizdökümcü blog anlayışına ara vermek istiyorum, Kişi. Kime kendimi açıyorum ki hem? Ayrıca buraya yazdıklarımdan tanıyacaksa birisi beni, vay halime.

Yine de, kişinin kendisini açık açık ifade etmesi oldukça cezbedici bir fikir. Fakat, yürümüyor. Ayrıca şunu düşünüyorum, bir şeyleri açık açık ifade edince sanırım onların dolaylı yollarla ifade edilmelerine engel oluyorum. Dolaylı yol derken herhangi bir sanat dalını kastedebilirim.

Ha, ben sana hikaye sözü vermiştim değil mi? Daha geçen gün gelmişti bir tane aklıma. Sonra ilham perim sevgili evrimleşmesi beklenilen maymun baktı oralı olduğum yok, koltuk altlarını kaşıya kaşıya uzaklaştı benden. Bir dahakine daha uzun kalması için rüşvet niyetine fıstık atmayı planlıyorum. En azından araba sürmediğim bir ara gelmesi lazım. Anlayacağın şu anda hikaye yok sana. Eskilerden, buraya koymaya uygun kısalıkta ve henüz yayınlamamış olduğum bir tane var ama doğrusu biraz karamsar. Şu sıralar karamsar bir ifademi okumanı istemiyorum. Yeterince bunalmadım daha.

Daha tüm şiirlerini okumuş sayılmam, fakat okuduğum kadarıyla Cahit Sıtkı Tarancı'nın o kadar da harika bir şair olmadığı yargısındayım şu sıralar. Hepsini okuduğumda tekrar fikrimi yazarım. Laf olsun torba dolsun dedim. Yalnız iyi oldu bahsetmem, bu vesileyle kendimi sorgulamış bulunuyorum: Kıstasın ne senin? Eğer kendinle özdeşleştirebildiğin şiir sayısı ise, sevgili Mete, bu sana hiç yakışmaz. Bu kadar sığ olamazsınız efendim. Neyse, bakacağız.

Her ne kadar tıpkı diğer sanatsal-edebi alanlarda da olduğu gibi merakım ve tercihim hep yabancı sanatçılar-edebiyatçılar yönünde olsa da, şiir konusunda Türk şairlerin eserlerini okumam gerektiğini düşünüyorum. Hepsinin başında şiirimin gelişmesi için, Türk dilinin şiirdeki kullanımına vakıf olmam gerek. Yani, Türkçe yazıyorum, o yüzden Türkçe okumalıyım. Bense hiçbir zaman işi kurallarına göre yapmadığımdan, içten gelen bir doğruluk hissi ile yazmaya çalıştığımdan, bu hissi ancak çok okuyarak edinebilirim. Kulağın gelişmesi için çok müzik dinlemek gibi bir şey. Yine de bu beğenmediğim şeyleri okuyacağım anlamına gelmiyor. Hâlâ seçiciyim.

Yine de Ilgın sayesinde yabancı şairlerin eserlerine de daha fazla yoğunlaşabiliyorum. O bana bir şiir gösteriyorsa, ben gidip aynı şairden iki üç şiir daha okuyorum. Yalnız, Kişi, bunu ona çaktırma sakın; aramızda kalsın. Şşş... Çok gizli.

"İnsan kendini yalnızca insanda tanır." demiş Goethe. Kafiye vesilesiyle sık sık misafir geldiğim bu düşünürün bu sözünde his bakımından bana ters gelen bir şeyler var. Belki de bu, kendimi tanımak için diğer insanlara bağımlı olma fikrinden hoşlanmamamın sebep olduğu bir histir. Doğruluk payını görmek için alim olmaya gerek yok aslında. Diğerlerinin eylemlerine verdiğin ya da vermediğin eylemsel tepkiler, söylenenler ve yapılanlar karşısında hissettiklerinle kendini tanırsın. Onun dışında başkalarında görmüş olduğu sıfatlar, kişiyi o sıfatları kendisinde aramaya götürür. Diğerlerinin eleştrileri ve yargıları kendini sorgulatır. Yaratılan kurgular, sanat eserleri de birer insan ürünü olduklarından yine insanda tanımış olursun kendini.

Yani, bir açık bulamıyorum. Fakat bulacağım. Uzaylılar bir olasılık misal. Ya da hayvanlara yüklediğimiz anlam ve erdemler. Doğada gördüklerimiz bize kendimizi sorgulatamaz mı? Ya da yanılsamalar gören bir aklın yarattıklarını kendi kendimize inceleyip yorumlasak olmaz mı? İnsanın kendisini yalnızca insanda tanıması fikri, o dönemde revaçta olan insanın diğer her canlıdan üstün olduğu görüşünün bir sonucu gibi geliyor. Sanki düşünür her şeyi göz önüne almamış gibi. Bunlardan bahsediyorum; fakat bu durum beni bilincin kaynağını sorgulamaya zorluyor. İnsandan başka varlıklarda kendimizi tanımak için bu amacı güden bilinçte, sorgulayıcı bir akıl gerekiyor. İnsanın bilincinin kaynağı, ya da şekillenmesi diyelim, pek tabi diğer insanlar değil mi? Sonuçta diğer insanlar olmasa, kişi kendisini tanıma ihtiyacı içine girmez. Yine yenildim... Aslında bu konularda konuşacak kadar bilgili değilim. Felsefe akımlarını, diğer düşünüş tarzlarını bilmiyorum. Benimkisi ileri geri konuşmak. Kendi kendime atıp tutuyorum. Yine de hoş beyin cimnastiği.

Buraya kadar sabırla okumuşsan, Kişi, ki sanmıyorum, senden özür dilerim. Fakat arada gizlediğim bir cümle var diğer konu ile alakalı olmayan. İlginç bir cümle. Seni güldürecek, benim hakkımda dehşet verici bir gerçeği ifşa edecek bir cümle. Onu bul bakalım!

Yeter bu kadar be adam. Çok yazdın. Yeter dedim. YETER LAN!

Haden (YETER!)

27 Ağustos 2009

Bu ne eziyettir ya, Kişi, sırtım tutuldu. Her nefes bir işkence.

Bir sofraya misafir oldum arkadaşımın evinde. Çocukluğumda sık sık o evde yemek yerdim. Yer sofrası kurulur, oturulur, ortadaki yemeklerden kaşık kaşık yenirdi. Ümmü teyzenin yaptığı yemeklerin tadı anneminkilerden başkaydı, yine lezzetliydi. Sonra fark ettim, yıllar sonra ilk defa oturuyordum aynı sofraya. Garip hissettim.

Bowling oynamaya gittim tek başıma. Ayağımdaki eksiklikten dolayı pek rahat oynayamadım ama yine de güzeldi. Kendime verdiğim bir sözü yerine getirmenin huzuruydu belki de bu. Ardından biraz tuhaf hissettim. Düşündüm; eski alışkanlıkları neden bırakır ki insan? Eğlendiğin, zevk aldığın şeyleri bırakmak bir nevi kendine ihanet. Kendi kendine neden çelme takarsın e be çocuk?!

Sanırım sorun artık kendi kendime iyi bir oyun arkadaşı olmamam. Oyun arkadaşı, evet. Sen bir yaştan sonra oyun oynamayı bırakman gerektiğini mi düşünüyorsun yoksa?

Feribotta artık çaydan başka taze sıkılmış portakal suyu da vermeye başlamışlar. Bıyıklı amcanın portakal suyu diye bağırması komiğime gitti doğrusu. Körfezden İzmir'e bakmak komik değildi ama. Güzel şehir. Ne şanslı birisiyim aslında böyle bir şehirde yaşadığım için. Fakat an olacak ve buradan ayrılmak isteyeceğim. Buruk hissettim.

Uykum geldi, fakat gündüz erken uyanıp da ne yapacağım? Çeviri ile uğraşıyorum, Stumble ediyorum, bir şeyler okuyorum, yüksek lisans araştırıyorum falan. Bugün Ilgın'a da yazdığım gibi, gün pek ağır, pek aksak ve pek sıcak. Gerçi bu muhtemelen geçici bir ruh hali. Geldi mi tadını çıkatıyorum işte.

Bir dahaki sefere hikaye yazmayı deneyeceğim buraya. O da eğer ki bahsetmeye değer bir düşünce üretmezsem. Ha, hikayenin anlatmaya değer olacağı da şüpheli gerçi. Yine de kendi duygu dünyamdan bahsetmekten iyidir. Var olan okuyucularımı da kaçıracağım bu gidişle.

Neyse işte, hadi gittim.

26 Ağustos 2009

Kişi, aklım ve ruhum kayıplarda. Galiba kedi yürüttü. Kendisini sevdirirken bir hinlik peşinde olduğunu anlamalıydım.

Kayıtsızlık bir lanet olabiliyor bazen. Bazıları bu kayıtsızlığı, bu duygusuzluğu ulaşılması gereken bir şey olarak görüyor. Buna pek katılmıyorum. Hiçbir şey hissetmemek oldukça can sıkıcı. Böyle zamanlarda insanlığımdan şüphe ediyorum ve etrafımdakilerin bu halimi görüp bir şeyler hissettiğim zamanları yalan farzetmelerinden korkuyorum.

Kedinin kaptığı ruhumun geçici yokluğuna vermeli.

Benim de benim diye tutturduğumu düşündüm de sonra sustuğumda neden bundan gocundum? Kendim hakkında neler açığa vuruyorum, bunun ne kadarı açık oluyor bir su gibi. Suyumun sertlik derecesi ne kadar? Sahip olunanlar ne ekler peki, fosfat mı kireç mi... Sen benimsin dediğimde alınan yudum ne kadar soğuk geliyor? Ilıştırmamı istesen bön bön bakarım sana, daha soğuk istesen gideceğim kutuplardan korkarım. Sıklıkla kullandığım kelimelerin bir şey ifade edeceğinden çekinen ben yenileri ile cambazlık yapar iken, sıklıkla kullandığım kelimelerin seni sıktığını düşünür iken, bir de bakarım sana bulaşmışlar. Bulaşıklarım... Kelime yıkama makineleri olsa, yatmadan evvel bu makinelere üfleyip temizletsek kelimelerimizi. Fakat o zaman rüyalarımız suskun olurdu. Rüyamda bana konuşmazlardı. Rüyamda bağırırken çok komik olurdu. Ben konuşmam rüyamda. Uyumadan önce tüm benliğimi komidine bırakırım. Rüyalar, kişiliksiz yaşanır.

Rüyalarım, kişiliksiz yaşanır.

Bu da bir zihin akışı oldu, özlemiştiniz değil mi?

Aslında, her gün blog yazmak biraz zorlama oluyor sanki... Neyse işte, moralim ters tepti, Kişi; yalnız senden bir şey beklediğimi sanma, dinlemen yeterdi zaten.

Haden gittim ben.

25 Ağustos 2009

Bazı bazı şu ayrılıklar söz konusu olduğunda odun olduğumu düşünüyorum, Kişi.

Bir arkadaşımla vedalaştım. Uzaklara, Norveç'e gidiyor. Uzun süre göremeyeceğim yani. Nadir olan eski bir arkadaş. İlkokul 4'teydik tanıştığımızda. Ben bizim apartman dairesinin balkonundan aşağı tükürürken, bir baktım bu çocuk kendi boyunda bir köpeği gezdiriyor. İlk gören ve seslenen kimdi hatırlamıyorum, fakat nasıl olduysa şu hiç kimseyle konuşmaya yanaşmayan şişman velet ben aşağı indim ve o çocukla köpeği gezdirdik. İnan ne konuştuk hatırlamıyorum. Merak ediyorum, dostluklar nasıl başlar?

Yalnız ikimiz de çok çirkindik be. Muhtemelen çirkinliğimiz çekti. Köpeğin ismi Tanya'ydı. Tanya. Şu Red Alert oyunundaki seksi kadın kahraman. Çok manyaktı o kadın be ("Shake it, baby!") Belki de muhabbetin başlangıcı budur ha? Kendisine sorarım bir ara, hatırlayacağını sanmıyorum gerçi. Her neyse, sonrası zaten ard arda gelen görüşmeler, oyun sohbetleri, evlere davet etmeler falan. Türkçe'yi konuşurken sıkıntı çeken bu çocuk, beni evine ilk kez alacağı zaman beni uyarmıştı çok fazla kalmamam için. İlginç geldiği için hatırlıyorum herhalde.

Sonra çok şey oldu, eğlendik, üzüldük, dertleştik, uzaklaştık, sonra tekrar başladı muhabbet... Yalnız hatırlıyorum, bu götlek biz orta okuldayken ben ne zaman dayak yesem kaçardı. Eheh, komik geliyor şimdi.

Şimdi kazık kadar adamlar olduk lan. Yaşlanmış hissettim bir an. Bu akşam bana bakıp "Ailem benden kurtuldu resmen." dedi. Biraz hüzünlüydü sesi. Bakışlarını indirmişti. Kimsenin onu kovduğu yok aslında. Sadece ayrılması ve kendi hayatını kurmaya çalışması gerektiğini hissediyor. Hissetmekten öte, bunu biliyor. Hakkı da var. Dilerim geleceği açık olur herifin.

Konuyu değiştiriyorum. Bugün fiskos masasına damlayan gri boya bana bir fikir verdi: Oturup fiskos masasını boyamaya başladım. Bitmedi tabi; fakat acelem yok.

Bugün gözlüklerimi aldım. Bir süre gözlüklü takılacağım.

GÖZ!

02:45'lerdeyim. Yorgunum, Kişi, bir iyi geceler öpücüğü versen ya bana? Tatlı bir öpücük, mışıl mışıl uyusam sonra...

Haden.

24 Ağustos 2009

Gördüğün üzere yine şablon değiştirdim. Benim için beğenildi, hoşuma da gitti, değişiklik güzeldi, değiştirdim. Ilgın'a buradan sevgilerimi yollarım.

Bu kadar.

22 Ağustos 2009

Şimdi, bu girdi de 140. girdi oluyor. Tahmin et bakalım, Kişi, bu blogun geçmişinden hangi şiirimsiyi sildim?

Yaptım bir şeyler işte. Aslında zihnen temiz sayılırım. Ben çok sık kabus gören birisi değilimdir. Hatta bakarsan en son ne zaman kabus gördüğümü hatırlamıyorum bile. Nedir bunun işin aslı? Sanırım sandığımdan daha dünyevi ve huzurluyum.

Ha, ara ara küçük paranoyalar yaşamıyor değilim. Anlatayım, Kişi. Çok değil bir iki gece önce, Özdere'de saat sabaha karşı üç buçuk. Evde yalnızdım. Terasa çıktım, gökyüzünde ay yoktu, sokak lambaların keskin ışıkları ise yıldızları öldürmüştü. Kimsecikler yoktu bu saatte. Korkuluklara dayanıp denize bakıyordum. Derken kendimi biraz kötü hissettim, aklımda bir imge belirdi: Arkamda, çatıda, kiremitlerin üstüne bir şey vardı. Cılız, hızlı, sivri parmaklı, kalın derili bir şey. Kocaman gözleri ile bana bakıyordu.

Hemen arkamı döndüm, tabi ki bir şey yoktu; fakat çatının öteki tarafına kaçmış da olabilirdi. Hatta belki de duvarın benim görmediğim tarafındaydı. Kapıya bakıp, kapalı olduğundan emin oldum, içeri girmesini kesinlikle istemezdim. Her yerde olabilirdi, evin yan cephesine tutunmuş halde, bacanın içinde, yan taraftaki uydu anteninin arkasında... Falan filan işte. Ayrıntılara boğmayacağım seni. Sonra kendimi toparladım işte. Derin nefesler falan, içeri girdim, kapıyı kilitleyip yatağa girdim. İçeri girmiş olabileceği fikrini aklımdan zorla uzaklaştırdım. Sonra zaten çok yorgun olduğumdan, uyumuşum.

Pek sık olmuyor bunlar, doğrusu uzun süre sonra böyle bir şey yaşadığım için eğlendim bile; daha sonra tabi ki. İnsana canlılık katıyor. Herhalde daha uzun bir süre yaşamam böyle bir şey. Bu arada anlattığımın uydurma bir hikaye olduğunu da düşünebilirsin. Her şekil, aklımın bir oyunu olduğundan bundan hiçbir şekilde gocunmam.

Demek istediğim şey, kabus görmeye özendiğim değil aslında. Sadece bu tür zihin oyunları oynamayı özledim kişi.

Bir teorim var bu konuda; sanırım sorun ağrı, sağlık, tümör falan gibi somut sıkıntılar yaşıyor olmam. Kendime dair soyut bir şeyler düşünme alışkanlığımı kapattım sanki, bunlara yer açmak için. Gerçi, şimdi düşününce buna birkaç tane karşıt fikir oluşturdum bile. Ağrılarımın çok yoğun olduğu zamanlarda yaratıcıydım aslında. Fakat yine de uzun yürüyüşlerde içi içine sığmayan aklımın ürettiği, pek azı kağıda düşmüş sonu gelmez hikaye ve fikir akışları kadar yoğun olmadı hiçbir zaman. Şöyle bir sonuca varıyorum ve kapatıyorum; aman içim sıkılmasın, kafayı bir şeylere takıp kendimi zayıf düşürüp tümörü azdırmayayım, aman aman olumlu düşünüp mutlu olayım uğraşı sebebinden kendimi körelttim. Sorarım size, mutlu yazar var mıdır şu dünyada?

Bu arada kilo almıyorum ama nasıl becerdiysem yine göbek yaptım. Prometheus is back. Long live to the King of All Bellies!

Bir süre şiir koymamayı düşünüyorum, Kişi. Sanırım edebiyat dergilerine gönderebilmek için artık onları burada yayınlamaya bir son vermeliyim. Fakat üzülme, en güzellerini çoktan yayınladım. Dahasını istersen, özel olarak benden rica edebilirsin. Nasıl olsa zırt vırt bir şeyler karalıyorum, arada elbet güzel bir şeyler çıkar.

Yeter herhalde bu kadar. Görüşürüz, Kişi.

21 Ağustos 2009

Kişi, bu 140. girdiymiş. Yüzüncünün üstüne 40 tane yazmışım bile. 100'e gelmemin birkaç sene aldığını düşünürsek, son zamanlarda oldukça çok yazdığımı söyleyebiliriz sanırım. Yüzüncüyü yazdığım zamanlar, üzücü zamanlardı. Geçen vakit hem çok uzun geliyor hem de aslında çok kısa olduğunu biliyorum. Buradan 100. girdiye ve temsil ettiği zamanlara, olaya, ve kişiye saygı ve iyi dileklerimi gönderiyorum.

Az evvel hoş bir haber aldım Ilgın'dan. Çevirileri Ç.N. dergisinde çıkmış. Gurur duydum yav, çok da sevindim. Bunu okuyan insanlar, alın o dergiyi, görün çeviri nasıl olurmuş. Dürüst olmak gerekirse, onun çevirilerinin dergide çıkmasından cesaret buldum. Neden, bana şu an bile pek uzak bir ihtimal gibi geliyor yazdığım bir şeyin ya da yaptığım bir çevirinin bir yerde yayımlanması. Belki şiirlerimi burada yayınlamak yerine bir yerlere göndermeyi denemeliyim, ne dersin?

Kişi, çok iyi olduğumu söylemeyeceğim sana; fakat mutlu olmaya çalışmaktan vazgeçecek değilim. Gündüzü de karartmamalı, gece zaten yeterince karanlıkken.

Şunu söylemeliyim ki, sen dizginleri eline almadığında, atlarını senden başkaları kontrol etmeye yelteniyor. Bunu kötü niyetle yapmadıklarını biliyorum, etrafımda kötü niyetli insanlar yok, fakat bu bana, seçimlerime ve hayatıma saygısızlıktır. Bunu kaldıramam. Kimseden sıkıntılarımı ve kişisel çelişkilerimi çözümlemesini istemiyorum.

Çözüm demişken, yukarıdaki cümleleri kuran ben, kendimi bir başkasının sıkıntılarını gidermek için çözüm arayışına girmiş halde buldum. Tabi ki, sıkıntıyı giderecek bir fikir bulamadım ve çaresizlikten içim düğüm düğüm oldu. Sonra, kızdım kendime: Ben zaten, kişinin içine işlemiş sıkıntıların hiçbir zaman bir başkasının sarf ettiği sözler ve yaptıklarıyla geçmeyeceğini çok önceden öğrenmemiş miydim? Bu bir tür kişisel aydınlanma ya da öz-değişim meselesi. Ya da bunlarla yaşamayı öğrenme. Derken kendimi bu meyvesiz uğraştan azad ettim. Gerçi, ilerde yine bir gaflet anında aynı uğraşa tutlacağımdan şüpheleniyorum. Neyse, o zaman yine düşünürüm bunları.

Şu sıralar boya ve fırçalarımı tekrar ortaya çıkarmayı planlıyorum. Önce küçük bir tuval üstünde çalışmalıyım, resim yapmayalı bayağı oluyor. Aklımda bir imge var, fakat yansıtabileceğimden emin değilim. Ama yaparsam çok güzel olacağını biliyorum.

Aynı şekilde, yarım bıraktığım bir iş var. Kağıt hamurundan şekillendirdiğim bir ağaç. Yaparken pek bir karamsardım, renklendirirken de öyle, ki ağaç pek bir kuru ve köklerinin rengi kan kırmızısına kaçıyor. Onu bitireceğim bir ara. Daha sonra aklımda yine kağıt hamurundan yapmalık bir şey geçiyor. Daha önce yaptığım yaprak çalışmasına benzer bir şey, fakat bu sefer kullanacağım yaprağın kendi rengi kırmızı olacak. Santa Cruz adasından aşırdığım bir Atatürk çiçeği yaprağı var, kıpkırmızı. Gerçi, bana teknik bir sorun çıkartabilir... Bakacağım artık.

Aklıma bir kısa hikaye fikri geldi. Oldukça kısa olacak ve okuyan bir şey anlamayabilir. Fakat sadece yazmış olmak için bile yazabilirim. Biliyorsun, kendi başımın etini yiyip duruyorum bir şeyler yapmadıkça.

Geçen güzel zamanlara kaldırıyorum soda bardağımı. Umarım yanımdakiler de bu hoşnutluğumu tatmışlardır.

Haden.

20 Ağustos 2009

sıralı fikirlerin çemberine takıldım

ah seksi insan güzeli, haydi

al aklımı duvarına as

sonumu çabuk eyle

tadı çıksın.


Art by MaciejZielinski @ DeviantArt

18 Ağustos 2009

Heyt, olacak iş değil, Kişi...

İnsanların ağzından laf almasını bilmem. Şöyle bir yoklarım belki, baktım söyleyeceği yok, gitmem üstüne. Nitekim ağzımdan laf kapmaya çalışmalara kıl kaparım. Fakat bilinmezin fazlası da can sıkıyor be Kişi!

Gün geçmez ki bir şair yalnızlık üzerine bir şeyler yazmasın. Bazı şeylere o kadar sık rastlanılıyor ki, biraz araştırma ile dünya şiir ve şair standartları belirlenebilir. Aşka hiç değinmeyeyim hele. Fakat dalga geçtiğimi sanma, konunun sıradanlığı bir yana bırakırsak şairin konuya yaklaşım biçimi, nereden baktığı, güç dengeleri, sevgi dengeleri, mantıklılık ve mantıksızlık, duygusallık ve delilik... Üsluptan bahsetmedim bile, farkındaysan. Tüm bunlar iyi bir şiiri okunası kılıyor.

Yine de, konu aynı be arkadaşım! Bu bakımdan ben duygusaldan çok düşünsel niteliği ağır basan şiirleri sanki daha bir değerli buluyorum.

Bu arada bir öz gözlem yaparsam, şiir de şiir derken kısa hikaye işini tamamen boşladım. Aklıma arada ilginç fikirler gelmiyor değil; fakat, nasıl desem, pek tazyikli olmuyor bu ilham. İlhamiler bassın bir ara, yazayım.

Bu arada bir ilham perisi olarak, bir maymunu maskot seçtim kendime. Yalnız, evrimleşmesini bekliyorum, belki güzel bir kız halini alır... Gerçi öyle bile olsa bu fikirde rahatsız edici bir şey var... Sandman çizgi romanlarının bir bölümünde, bir yazar ilham perisini yakalayıp iplerle bağlamış ve gardolaba kapatmıştı. Bu şerefsiz yazar, o kadar zavallı birisi ki kendi başına hiçbir şey yazamıyor. Bu sebeple bir şeyler yazacağı zamanlar gardolabı açıp ilham perisine tecavüz ediyor. Zavallı periye böylesi bir işkence... Sonra yazar ödül mödül alıyordu. Galiba sonunda vicdan azabından dolayı kendini asıyordu. Bir ara Sandman'i tekrar okumak istiyorum.

İştahım açıldı, sanırım radyasyon benim metabolizmayı ters teptirdi. Korkum, kontrolsüzce kilo almaktır. Sonra zor oluyor kıçımı toplamak.

Mantıksız bir sıcak var. Mantıksız diyorum, gece vakti bu kadar sıcak olmamalı. Serin bahar gecelerini istiyorum. Böyle, ince kıyafetlerin üstüne bir hırka giymek ihtiyacı hissettiğin, fakat sadece ince bir hırkanın sana yettiği geceler.

Bu kadar. Okumak isteyenlere duyurulur.

Haden.


ben yaşarım o zamana değin amma

ölgün bakışlım, ellerini kullan

tut boğazımdan

sonumu çabuk eyle

tadı çıksın.


Art By syrkaa @DeviantArt

Kişi, çok yaklaşma fena halde radyoaktifim.

Bugün iki tane tetkikten geçirilmenin ardından bir süre hangi demire dokunsam çarpıldım. Yarın uyandığımda sol elimde bir altıncı parmak bulmayı bekliyorum. Bu kadar radyasyon bir işe yarasa iyi olur. Çocukluğunda çizgi roman okumuş birisi olarak, radyoaktivitenin benim için anlamı büyük. Belki yarın insanüstü bir şey olurum.

Abartmaya gerek yok, değil mi? Zaten insanüstüyüm, fazlası akla zarar valla. Keh keh keh.

"Üstün bir zekâ bencilliği, iktidarı, kibri reddettiğinde ve hakkaniyet ile içtenliği önemsediğinde çok mutsuz edebilir ona sahip olanı. Etrafında kendi zekâ seviyesinde olan kişiler bulamamak da öyle... Özellikle, samimi insanlarda zekasızlıkla, zeki insanlarda samimiyetsizlikle, sanki aralarında mutlaka bir ters orantı varmış gibi, karşılaşmak dayanılmaz olabilir." demiş Rengin Soysal, K Dergi'nin 140. sayısının arka kapak yazısında.

Bu mevzu hakkında düşüncelerimi şöyle dile getirebilirim: Bu gerçekten üzücü bir durumdur ve genelde böyledir. Hoşgörülü ve alçakgönüllü insanlar aklen pek zeki olmazlar, onlar için belki kalben zeki diyebiliriz. Öte yandan hakkaniyet ve içtenliğin zekasız bir kişinin takip ettiği içgüdüsel prensipler olması mümkünken, bunların zeki bir aklın üstün bilgeliğinin vazgeçilmez neticeleri olabileceklerini da savunabiliriz. Yalnız, hem üstün hem de alçakgönüllü bir aklın kendisini canlı tutmak için özel olarak uğraşması gerektiğini düşünüyorum. Kendisini keskinleştirecek fikir çatışmalarının olmadığı bir ortamda hoşgörülü bir akıl ister istemez körelecektir.

Bunu da dedim, konuyu uzatmayacağım.

Olasılıklar ve olasılıklar. Her şeyin sonunda yüz yüze konuşabildiğime sevindim, içime ukde olmuştu.

Uyku bastı, Haden.

17 Ağustos 2009

Bunu sana yazarken, Kişi, ben hâlâ üzgünüm.

Bugün çok üzüldüm galiba, hep de tek bir kişi için. Bu kadar üzülmemeli insan, ağrımı coşturuyor. Fakat sanırım bu gecelik ağrımı hak ediyorum.

Günün sözü şudur: Asla sadece kendinin güleceği şakalar yapma.

Zaten yapmazdım normalde, görürsem anca gülerdim için için. Fakat normalimi bir bozdum pir bozdum, sonrasında bozuldum; böylesi bir ters tepişte ben tek seferlik esaslı bir ders görüyorum. Sevgili Mete, sana göre değil bu işler. Hele sevdiklerine sakın ola bulaşma. Zaten asıl ancak sadece çok sevdiklerin ağzına fena sıçabilir, haberin olsun.

Bu anıyı eninde sonunda unutacağımdan eminken, diğerinin unutmayacağını düşünüyor olmam, doğrusu pek iç rahatlatıcı değil.

"Zaten asıl ancak sadece..." Bu şekilde başlayan bir cümle kurmaya çalıştım ya, ne diyeyim. Ana fikri anlatabildiysem, Kişi, söyle bu cümlenin doğrusu nedir? Merak ettim ve doğrusu gecenin şu saatinde pek kafamı toplayamıyorum.

Bu gece normalde sana başka konulardan bahsedecektim, gün içinde aklıma birkaç bahsedilesi konu gelmişti. Başka zamana artık. Yarın hoş olmayan yerlere gideceğim, sıkıntılı olması muhtemeldir.

Neyse, saat 2:00 oldu. Kişisel yazılardan sıkılmaya başladın değil mi? Bu da geçer elbet, merak etme. Ben gittim.

Haden.

16 Ağustos 2009

Kişi, sana yazmaya gönülsüz olduğum için darılma bana. Sadece ne diyeceğimi bilemiyorum. Zor şey ne diyeceğini bilememek.

Şahsım bir şeyler yapmaya başlamazsa kendine olan saygısını yitirecek sanırım. Pek iyi olmaz öylesi, eminim. Bir şeyler yapmalı. Olasılıklara güvenmekten bahsedip duruyorum da, bunun gerçek olabilmesinin yanı sıra bir şeyleri ertelemek için bir bahane olması ihtimali de yok değil hani. Öte yandan, acele ediyor da olabilirim.

Acele etmekten bahsediyorum. Daha dün bir bugün iki, güzelim bir tatilin ardından geçen iki boş gün. Ki dün akşam yine dışarıdaydım. Nedir bu kudurukluk, bu sıkıntı, bu endişe be kuzum? Sorarım sana, doğru mu bu yaptığım?

Olasılıklar. Olasılıklar beni sevindirmiyor değil. Hayallere kapılmak için harika birer fırsat. Fakat gerçekçi olalım, nedir bunların olma olasılığı? %1'e bile güvenmiyeceksin demişti birisi gerçi. Haklı olabilir.

14 Ağustos 2009


nerde kaldın ya tarumar


ihtiyaç duyarım sana dalgalım

vur bordadan devir

sonumu çabuk eyle

tadı çıksın.


Art by Mnemosina @ DeviantArt

13 Ağustos 2009

Teşekkür ederim, insanlık; beni kendinize inandırdınız.

Şu geçen günleri anlamam ve tam olarak yaşayabilmem için biraz vakit geçmesi gerekecek sanırım. Her şekil, Kişi, sağ ol be. Sevdim seni.

Evet, giden valiz tekerleklerinin tıkırtıları gerçekten de etkiliydi; şaka değildi, hiç de şaka değildi.

Artık başka kerteriz noktam kalmadı hayatımda. Yeni bir tane yaratmalı sanırım. Eylülde başka diyarlara gitmek var; neden yaptığımı bilmiyorum. Maksat suyu karıştırmak diyelim.

Gidişlerden ve arkada kalışlardan bahsetmeyeceğim sana. Bahsetmem ile değerleri düşer. Sadece bu gece yalnızlık daha bir vurgulu.

Gelin ve doyurun; dolması beklenen tüm bardakları, su ve envai çeşit içki ile doldurun. Ve ben kusayım.

Bu kadar.

10 Ağustos 2009

Dinleyin, insanlar, sessizlikte sözcükler var.

Belirsiz anlamlar yüklenilse sana ve bana. Orada olacağım. Bir cinin bana bir şeyler fısıldaması böylesi gelişigüzel olduğundan belki güme gitti şiirler. Hayır, tek suçlusu o değil. Suç da değil aslında.

Mesele benim anı bırakmak ve kağıt kaleme sarılmaktaki gönülsüzlüğüm. Suç mu bu şimdi?

Neyse, çok ışık yapıyorum. Karanlık vaktidir.

08 Ağustos 2009

Kişi...

Çok geç bir saat bu. Uykum var, uyumak istediğimi sanmıyorum. Neden böyle oldu dersin? Bilemezsin tabi. Ne bilesin.

Sana bu gece neden bahsedeceğim. Bir makaleye denk geldim. Makalede, İyi İnsan Kontratı diye bir şeyden bahsediyordu. Buna göre, bazı bireyler kendilerine olan güvenlerini korumak ve başkalarınca sevilmek için dostlarıyla bir tür yazısız anlaşmaya varıyor. O onlara iyi davranacak, onları sevecek, ricalarını kabul edecek; onlar ise onu sevip onunla iyi geçinecekler. Adam, bu sebeple asla gerçek arkadaşlıklar kuramadığını, romantik ilişkilerinin bile yürümediğini yazmış. Yine bu yüzden çok sevmiş olduğu eski sevgili ile arkadaş kaldıktan sonra kız ondan ne isterse her şeye evet deme ihtiyacı hissetmiş. Her şeye evet diyen bir kişi.

Bir aydınlanma anında durumunu fark eden bu zibidi, bu halinden kurtulmak için bilerek kıl bir insan gibi davranmaya başlamış. Tüm ricaları reddetmiş. Dediğine göre sonunda kendine güven duymak için başkalarına ihtiyaç duymayan, bağımsız bir kişi olmuş. Birkaç nadir, karşılıklı çıkar üstüne kurulu dostu kalmış. Falan filan fıstık işte.

İyi bir insan olmaya çalışmanın gereksizliği, renksizliği ve meyvesizliği konusunda hemfikirim aslında. Yine de bundan kurtulmak için her şeyin çöpe atılması gerekmediğini düşünüyorum. Dostluklar evrimleşebilir bence. Kişi, kendisiyle kutuplaşmak yerine bu halini fark edip daha dengeli bir tutuma gidebilir. Hem zaten kişi her kim ise olduğu gibi davranırsa sorun kalmaz; içinde iyilik varsa vardır, unu yadırgamamalı. Öte yandan kişi kızdığını, istemediğini ya da onaylamadığını söylemekten korkmamalı. Her şeye evet demek doğru değil, fakat hayırı bir hayat felsefesi haline getirmemeli.

Bu konudan neden bahsettim. Bir süre evvel kendimde bu "iyi insan olma çabası"nı fark etmiştim. Bunun bende bir boşluk yarattığını, arkadaşlıklarımın nasıl da tek taraflı geliştiğini düşünmüştüm. Cidden, arkadaş bildiğim çok insan var fakat pek azı bana geliyorlardı. Hatta neredeyse hiçbiri gelmiyordu bana, çağırmıyorlardı da. Genelde giden ben oluyordum. Hâlâ bile öyledir.

Yine de kronik bir "iyi insan" olduğumu düşünmüyorum. Cidden çoğu şeyi içimden geldiği için yapıyorum. Fakat kaynağı ne olursa olsun, sonuçlar birbirine benziyor. İyi birisi olmak, nasıl diyeyim, renksiz.

Bu blogu öz-analiz köşesi de yaptım ya, harika. Saatin geç, beynimin yavşak, bedenimin isyanlarda, ağrımın ise had safhada olmasına ver.

Gidiyorum ben. Haden.

Bahsi geçen makale de budur: http://www.happinessinthisworld.com/2009/05/24/the-good-guy-contract/

06 Ağustos 2009




Bana bak Kişi, Kişiliğini bil!

Bunu bir sataşma olarak görme dilerim. Diyeceğim o ki, ne isen osundur. Belki de sana uygun olmayan kendi nezdinde nispeten fiyakalı saydığın gelecek olasılıklarına ulaşmaya çalışmanın manası yok. Önce bir sor lütfen, bunu gerçekten istiyor musun?

Tabi, zamana yayılı çoklu benlikler açısından bakarsak, şimdiki benin istemediği bir şey için gelecek benlerin yolunu tıkaması şımarık bir çocuğun yapacağı türden bir bencilliktir... Hmm... Aslında şu çoklu benlik fikrini uygulamaktan vazgeçmeliyim. Biraz kısır bir bakış açısı...

Yani, düşünsene, bu bakış açısına göre benim her an iğne üstünde durmam gerek. Ya da tamamen boşvermem. Ki bu da kendi içinde bir paradoks aratıyor. Aman, neyse...

Koca evde tırnak makası bulamadım, bu da sana benim fikir kalabalığımdan tenefüs olsun. Tırnakların biraz uzunken klavye kullanmak zorlaşıyor. Evet.

İstekler demişken. Şu geçen hayatım boyunca isteklerimi dizginlemek benim kendime vurduğum ketlerin en büyüklerindendi. Maddi olarak istediğim hey şeye ulaşabiliyor olmak bende bir zıvanadan çıkıp maddiyatta kaybolma korkusu yaratmıştır; bu bakımdan bir şeyi istediğimi dile getirmeden önce hep uzun uzun düşünürdüm buna gerçekten ihtiyacım olup olmadığını. İsteklerimde sorumlu ve gerçekçi bir çocuk olmalıydım. Alabiliyor olmam, almam gerektiği anlamına gelmiyordu.

Bu, duygusal ve pratik isteklerime de yansıdı elbette. Biraz olumsuz bir yansımaydı gerçi. Bu dallarda doğrusu maddi konularda olduğu kadar şanslı değildim. Bu yüzden iradi bir kendini kontrolden bahsedersem, seni kandırmış olurum. Seçim sırf bana ait değildi; seçimlerimi zorlayan, beni yönlendiren ya da geri sindiren koşullar vardı. Oldukça sinir bozucu, yönlendirilmek. Sanırım kendime dair konularda biraz kontrol manyaklığına sahibim. Fakat bu kendimi tutmalarım bende eksikliklere sebep oldu. Şimdilerde bu konularda etkin bi şekilde etraflıca düşünebildiğimi sanmıyorum.

Yazıyı nereye getireceğim: Kişiye, kişiliğini bilmesini söylüyorum. İstediğini söyle. Geleceğe dair istekler ve planlar belki işine gelmiyor ve bu konuda adımlar atmaktan korkuyorsun. Fakat şimdinin günahı ne? Şu anda ne istiyorsan söylemelisin. İstediğin için suçlu olamazsın ya?

Yine de bir düşün derim... (Argh! Kısır döngü.)

Çok uzatmış olabilirim. Çok kişisel bulmuş da olabilirim.

Bana ne ya, onu da gelecekteki Ben düşünsün.

Akşama belki görüşürüz.

Haden.

Resmi nereden almıştım ya... Hatırlamıyorum. Yazık. Salak geçmiş ben. Aha, al sana benlik karmaşası.

04 Ağustos 2009

Kişi.

Kurbanım sensin. Benimle eşit olanlar dahil herkesin bana birtakım dersler vermeye çalıştığı şu sıralar, sanırım bir tek sana laf ediyorum. Galiba insanlara çok "umutsuz" bir görüntü sergiliyorum, başka açıklama gelmiyor aklıma. Heh, yapacak bir şey yok, bir süre daha böyle devam edeceğimiz 'çok açık'. Herkesin lafını ağzına tıkamam ya.

Bugün bu blogu güncellemek istiyordum. Bir şiirimsi koymayı düşündüm, fakat nispeten yeni sayılan şiirlerimin çoğu kendi içinde bol bol "sen" hitabı içeriyor. Bu kadar senli benli şiirimsi ile sizi sıkmak istemeyiz.

İzlediğim film ise, Toki wo Kakeru Shoujo isimli bir anime filmiydi. Çevirisi The Girl Who Leapt Time, yani Zamanda Sıçrayan Kız. Biraz bilim kurgu, biraz günlük hayattan kesit, hafif drama, orta dozda romantizm içeren hafif bir filmdi. Seslendirmesi güzel, çizimleri hoş ve akıcı, hikaye bakımındansa merak uyandırıcı ve basitin üstündeydi. Hani, animeye önyargı ile yaklaşmayan birisi isen, tavsiye ederim.

Akşama doğru saat sekizi çeyrek geçiyordu ben deniz şortumu giyip yalınayak sahile indiğimde. Bahçe kapısını kapatıp sokağa adım attığımda, akşamüstü yürüyüşüne çıkmış insanların gözleri üstüme kilitlendi. Üç senedir alışık olduğum bir şey. Bu yaz pek denize girmedim gerçi, kendimde o gücü ve uğraşma isteğini bulamıyorum.

Kumsala indim, kumlar soğuktu. Esen rüzgar soğuk geldi bana. Denizin kenarına geldiğimde, dalgalar bana uzanmaya çalıştılar. Ayak parmaklarıma değmelerine santimler kala güçleri yetmeyip geri çekiliyorlardı, bir dahaki sefere bu kadar ucuz kurtulamayacağım tehditlerini savurmayı ihmal etmeyerek. Sinirlerinden bembeyaz köpürdüklerini söyleyebilirim. Sağıma baktığımda köpük köpük deniz ve uzayan sahili görüntüsü hoşuma gitti. Soluma baktığımda sahili terk etmek için toparlanan bir çekirdek aileyi gördüm ve nedense bu pek hoşuma gitmedi. Rüzgar esti ve ben üşüdüm. İçimi bir ürperme sarınca, denize giremeyeceğimi anladım. Bir titreme krizi riskine girmek istemedim o an. Kendi kendime düşündüm, aslında kalabalığı umursamayıp güneş tepedeyken girmeliydim denize.

Fakat tuzlanmak ayrı bir dert...

Neyse, sonuçta ayaklarım kumlu bir şekilde geri döndüm eve. Küçük ve hoş bir yürüyüştü. Ben sırtımı dönüp eve yürürken deniz arkamdan alay edercesine hışırdamasa daha iyi olacaktı gerçi.

Saat şu anda 01:25. Evin önündeki kumsalda 6 kişilik bir genç grubu oturmakta. Birisinin elinde gitar. Ara ara biralarını yudumlayıp kızıl alevli sigaralarından birer fırt çekiyorlar. Söyledikleri şarkı, biraz türk sanat müziğini andıran bir parça. Az evvelse Pinhani'den bir şeyler söylüyorlardı arada ayarı kaçan sesleriyle. Eğleniyor gibiler. Aklıma iki yaz evvel arkadaşım Hakan'ın bana, neden gidip aralarına karışmadığımı sorması geldi. Kendisine göre gidip o gruba katılmak çok sıradan bir şeydi. Bir an meselesi. Oldukça doğal. O zaman oldukça tuhaf gelmişti bana. Onlar ayrı şekilde eğlenen insanlar, kendi aralarında takılıyorlar, beni ilgilendirmezdi. Şimdi de pek farklı düşünmüyorum doğrusu; yani öyle bir grup insan gördüğümde benim aklıma bile gelmiyor gidip bir şeyler söyleyip aralarına kaynaşmak. Bir güven meselesi değil bu, düşünüş yapısı. Gerek var mı peki? Ya da sana sorarım kişi, sen yapar mıydın?

Bira dedim de, bugün canım özellikle içmek istedi. Hatta, ağır bir şeyler içmeyi düşündüm. Absint var mesela, daha iyi ne olsun? Fakat ağrı korkaklığından cesaret edemedim. Dün içtiğim biranın ağrısını bastırmak için biraz uğraşmam gerekmişti, absint içsem ne olur kim bilir. Öte yandan, şu alkol-ağrı ilişkisinin psikolojik olması da pek mümkün. Alkol neden benim sinirsel ağrımı artırsın? Bir açıklama gelmiyor aklıma.

Şimdi, konuyu günlük hayattan uzaklaştırmalı. Kaç kere diyeceğim kendi kendime, burası bir günlük değil. Günlük başka!

Şu aşağıda vereceğim şiirimsi Özdemir Asaf'a ait ve "Neyin var, kuzum?" sorusunda verilen cevaplar hakkındadır kanımca. Öte yandan şiirin ismi neden Top, anlamadım.

TOP

Bir şey varsa,
Bir şey vardır.
Bir şey yoksa,
Çok şey vardır.

Çok şey varsa,
Bir şey yoktur.
Çok şey yoksa,
Bir şey vardır.

Evet, düşünsel şiirlere iyi örnekler veriyor bu şair. Çoğu şiirinin ardında bir akıl oyunu, bir beyin cimnastiği, bir düşünsel uğraş bulabilirsiniz. Bu bakımdan şiirleri arasında birçok anlamadığım var. Herhalde ya yeterince akıllı değilim ya da daha o şiirleri anlayacak zihne sahip olmadım. Ben ikincisini tercih ediyorum.

Neyse, Kişi, sağol dinlediğin için.

Haden.

02 Ağustos 2009

"Şey..."

"Olmaz."

"Ama..."

"Olmaz dedim."

"İyi de az önce..."

"Artık değil! Beklemeyecektin."

Altın parmaklıklı kapının kilidi çat diye yerinde oturdu. Son noktayı koyan bu metalik, yankılı ses olmuştu.

Kapıda kalan yaşlı adam, zaten doğru olamayacak kadar iyiydi, diye düşündü. Ellerini cebine soktu. Siyah gür saçları, kırışıksız yüzüne perçem perçem iniyordu.

Kapı açıkken girmem gerekirdi, diye düşündü. Aklım neredeydi? Yapacak bir şey yok. Şimdi uyuyacak bir yer bulması gerekiyor. Bir süre rahatsız edilmeyeceği, kapısız bir yer. Kapılar onu rahatsız ediyordu. Kapıların ne zaman kapanacağını bilmemek onu telaşa düşürüyor, telaşa düşünce hiçbir şey yapmıyordu. Tuhaf, her şey eşikten geçmeye bakıyor halbuki.

Bunun üstüne yaşlı adam rüzgara karşı kısa adımlarla apartmanlar arasındaki kapısız bir çocuk parkına gidecekti. Orada bankta uyuyacak, uyurken birkaç sarhoş genç tarafından eğlence olsun diye bıçaklanacak, o orada ölürken akan kanı ile boyanan toprağı üç gün sonra parkta oynayan bir çocuk dışında kimse fark etmeyecekti. Çocuk o toprakla bir kale yapacak, sonra çocuğa musallat olan ondan iki yaş büyük bir velet bu kaleyi bir tekmede yıkacak ve küçük çocuğa bir fiske vuracaktı. Bu olay üstüne çocuk bir daha o parka gitmeyecek, hep evde oturacak ve... ve...

Yok lan... Bu yazının gittiği bir yer yok. İlginçliğini kaybetti. Peki, o zaman ilk paragraftaki demir kapı, cennetin kapısı olsun? Belki o zaman daha ilginç olur. Adamın gittiği park, cehennem olsun. Adamın cehennemde heba olması ile çocuk cehenneme hiç uğramasın... Hm, sembolik membolik, bu sefer klişe oldu. Yok, bu hikaye girişiminden cacık olmaz.

-----------------------------------------------------------

Yukarıdaki gibi şeyler çıktığı için hikaye yazmıyorum sanırım. İlginç bir fikir gelene kadar durmalı. Bazıları sırrın çok yazmakta olduğunu söylüyor fakat bence işin içinde bir ilham, bir yazmaya değerlilik de var. Yazmaya değer değilse, anlatımın ilginç olmuş ne yazar? Eheh... Ne yazar dedim...

Sorun, şu son zamanlarda çok sık "birbiriyle bağıntılı hayatlar" temalı medyaya maruz kalmam. Sanırım bir şeyler yazmadan evvel, herhangi bir medyada maruziyetim üstünden vakit geçmesini beklemeliyim ki etkilenmem oldukça az olsun.

Bilinçlerini ve bilinçaltlarını yazıya döken insanlar tanıyorum. Bunu öyle güzel bir şekilde yapıyorlar ki, yazının kişisel olduğu bilgisine sahip dahi olsan okurken ilgini kaybetmiyorsun. Yalnız ne yazık ki bu yazarların akılları çok karışık, oldukça da karanlık oluyor. Ben de yapıyorum arada ya da yapıyordum; fakat benim yazdıklarım okunurken ilgi çekiciliklerini koruyorlar mı bilmiyorum. Sonra akla şu geliyor, bu yazıları okumak isteyenler yazarın acı çekmesini mi tercih ederler yoksa söz konusu yazar kişinin iç huzurlarını bulmalarını mı? Ben şu yazma işinin biraz yüce, huzurlu olmanın ise hafif sıradan olduğuna dair bir kanıya sahip olduğumdan sanırım biraz suçluluk duygusu hissederim.

Yalnız bu dediklerimi çürüten bir şey var; benim de aklım karışık, neden o zaman bir şeyler çıkmıyor? Hm... Düşünmek gerek. Ya da düşünmemeli. Aman ne bileyim be, sana ne hem?

Bugün hep evdeydim. Yarın Pazar ve hayat çok kalabalık olacak. Yine de yarın evden çıkmamın benim için iyi olacağını düşünüyorum. Kendi evimden sıkılmak istemem, değil mi? İyi de, nereye? Bu sorunsalı aşmanın bir yolu da, anlık kararlar vermektir. Sanırım Özdere'den kalkıp İzmir'e inmeyi, tek başıma bir yerlere gitmeyi (aklıma çağıracak, müsait kimse gelmiyor) ve oraya vardığımda bu tıklım tıklım sokaklarda ve bu sıcakta kendimi kaldırım taşlarında ve kafe masalarında aramayı düşünebilirim. Fakat bu, oldukça kuvvetli bir irade ve çelik gibi kıç kası gerektiriyor...

Hayattan üşeniyorum, biri tutup çeksin beni. Tercihen kan bağım olmayan birisi. Kanıma, alerji geliştirecek kadar fazla alışığım.

Şu son cümle beni bir başka düşünceye götürdü. Alışık olmak. Sevdiğim insana alışmaktan korkarım, sonrasında fark etmemeye başlıyorsun. Misal, kendi anneme o kadara alışığım ki, onun varlığı benim için bir şey ifade etmiyor. Fark etmiyorum, onda olan değişiklikleri görmüyorum, yokluğu bir duygu oluşturmuyor. Bu kötü. Ara ara, sevdiklerime dair geliştirdiğim köklü alışkanlıkları aşıp onlara yeni bir gözle bakmaya çalışıyorum fakat benim gibi bilinci her daim açık olmayan birisi için bunlar nadir zamanlar. Yani yetersiz.

Geçen sene nasıl da fark etmemişim mesela bu dönemleri? Diyorum kendime, Mete, nerelerdeydin sen? Ne yapıyordun? Allahaşkına (aşık olduğumdan değil), sen salak mıydın?

Öte yandan geçmişteki bir bene sözüm var, geçmişteki benlere laf etmeyeceğim. Bu, şimdiki beni gelecekteki benlerden de koruyor. Kim bilir ne salaklıklar yapıyorum şu sıralar.

Hayır, bu arada; tımarhanelik değilim.

Bir kişi kulağıma fısıldadı; benmerkezci olmaktan vazgeç evlat, çekilmez bir adam oluyorsun. Kendisi bilir kişiydi. Biliyormuş, peh!

Neyse, bu kadar yeter yine sanırım. Haden.